Marksizm, Parlamento ve Venezüella Devrimi Turkish Share Tweet Turkish translation of Marxism, parliament and the Venezuelan Revolution - Venezuela after the elections: What now? by Alan Woods (December 19, 2005) Seçimlerden sonra Venezüella: Şimdi ne olacak? Bolivarcı Devrimde parlamento ve seçimler başlangıçtan beri hep önemli bir rol oynamıştır. Kendilerini çok devrimci (ve hatta, “Marksist”) olarak niteleyen, ama devrimleri pek anlamayanlar bu gerçek karşısında Bolivarcı Devrimi baştan diskalifiye etmişlerdir. Onlara göre parlamento ve devrimler birbirini dışlayan iki olaydır. Ancak bunun böyle olması gerekmez. Marksistler ne parlamentarizm aptallığıyla (reformizm), ne de anti-parlamentarizm aptallığıyla (anarşizm) malullerdir. Sınıf savaşımında kullandığımız silahlar konusunda en ufak bir ön yargımız yoktur. Kitlelerle diyaloga girmek, örgütlenmek ve ajitasyon için burjuva demokrasisi mekanizmalarını kullanma taraftarıyız. Bu anlamda Bolşevik geleneğini takip etmekteyiz. Her ne kadar Çar rejimi seçimlerin demokratik içeriğini boşaltsa da, Lenin ve Bolşevikler Duma ve yerel yönetim seçimlerine katılma olanaklarını daima kullanmışlardır. En kötü durumlarda bile parlamenter çalışmayı, devrimci partiyi kurmak ve kitleler içindeki tabanını geliştirmek için kullanmışlardır. 1917’deki Rus Devriminde meclis sorununun önemli bir rol oynamadığı bir gerçektir. Her ne kadar Bolşevik partisinin bir dizi demokratik taleplerinin içinde baş sıralarda bir Kurucu Meclis talebi bulunduysa da, işçi ve askerlere Sovyetler kurma çağrısı (ki, en demokratik parlamentodan çok daha demokratik ve temsilci bir örgütlenme şekliydi), bu talebi hükümsüz kılmıştır. Sovyetlerin gücü Kurucu Meclisi dağıtmıştır. Rus meclisi daha doğuşunda ölüydü. Ancak, Rusya’da bile tek olası değişken bu değildi. Lenin ve Troçki, prensip olarak, Rus Devriminin bir parlamenter evreden geçebileceği olanağını reddetmiş değillerdi. Bu kesinlikle daha baştan dışlanmamıştı. Aynı 17. yüzyılda İngiliz Devriminde ve 18. yüzyılda Fransız Devriminde parlamentoların oynadığı rol gibi, Kurucu Meclis, değişik şartlar altında, merkezi bir rol de oynayabilirdi. Bu konu açısından Fransız Devriminden pek çok ders çıkarılabilir ve biz de bu konuya daha sonraki bir makalede döneceğiz. Fransa’da tüm devrimci süreç Ulusal Meclis’te (Convention) yaşanmış ve Meclis’teki parti ve liderlerin çıkıp düşmelerine yansımıştır. Ama bu, esasında, Paris’teki sürekli Meclis’i feshetmeye, sağcıları yok etmeye, uzlaşan ve kararsız elemanları dışlayarak onların yerine daha enerjik, kararlı ve devrimci liderler yerleştirmeye çabalayan devrimci kitlelerin hareketlerinin Meclis’e yansımasından başka bir şey değildi. Aynı zamanda Paris’in proleter ve yarı-proleter kitleleri kendi dernek ve klüplerini kurarak hareketi yönlendirmişlerdi. Böylece, kitlelerin parlamento-dışı muhalefeti Ulusal Meclis’in içinde neler olduğunda tayin edici bir rol oynamıştır. Venezüella’da Seçimler Parlamenter mücadele uzlaşmaz sınıfların avantajı yakalamak için birbirleriyle çarpışıp mücadele ettiği önemli bir alandır. Ancak, son analizde, gerçek savaş her zaman parlamentonun dışında olur. Er ya da geç, ciddi sorunlar, tartışma salonunun o seçkin atmosferinde değil, ama, sokaklarda, fabrikalarda, topraklarda ve kışlalarda olur. Bu kavramı anlamayanlar genelde tarihten ama özelde devrimler tarihinden hiç bir şey anlamamaktadırlar. Belirli ülkelerde, somut şartlara, ulusal gelenekler ve güçlerin sınıf dengesine bağlı olarak parlamentoların devrimde önemli bir konumda olması olanaklıdır. Venezüella’da da, öteki burjuva uluslardan daha berbat ve her ne kadar göz bebeklerine kadar yolsuzluğa batmış da olsa belirli bir parlamenter gelenek vardır (hepsi, özellikle de ABD’de, yolsuzluğa batmışlardır). Buna rağmen, orta sınıf ve kitleler seçimlere katılmaya alışıktırlar ve siyasi partilere oy vererek hoşnutsuzluklarını ve isteklerini belirtirler. Dördüncü Cumhuriyet’te parlamenter seçimler, halkın bir seçeneği olduğu ve her birkaç yılda bir, ulusun kendi siyasi yaşamını tayin edebilecekleri göz boyamasını yaratabilmek için hazırlanmış bir oyundu. Gerçekte hiçbir şey değişmiş değildir. Güç, gene oligarşinin ve onların değişik partilerdeki siyasi dostlarının ellerinde kaldı. Bu, temel partilerin (AD, COPEI ve URD) 1958’de imzaladıkları Punto Fijo anlaşmalarıyla da kurumlaştırılmıştır. Ancak bunların hepsi 1989’un Şubatında değişti. Venezüella “demokrasisinin” liderleri kendi halklarına savaş açtı. Caracas sokaklarında silahsız erkek, kadın ve çocukları acımasızca katlettiler. Gerçekte sadece bankaların ve büyük tekellerin diktatörlüğünü gizlemek için bir incir yaprağından başka bir şey olmayan burjuva demokrasilerinin gerçek yüzü hakkında Venezüella halkına o denli güzel dersler verdiler ki. Bu banka ve tekeller, kendi sınıf yönetimlerine halel getirmediği sürece demokrasiye tolerans gösterirler. Ama demokrasi kapitalistlerin, banker ve toprak sahiplerinin gücünü tehdit ettiği an, o gülümseyen maske kenara fırlatılarak yönetici sınıf şiddete başvurur ve kendi yönetimini zorla kabul ettirir. Caracazo* ne var ne yoksa, her şeyi kaynayan bir kazanın içine fırlatıp attı. Halkın gözünde, burjuva demokrasisinin kurumları bir anda artık hayır gelmez bir şekilde bozuldu. Eski parlamento, anayasa, yasalar, partiler ve liderlerinin hepsi saygınlıklarını yitirdiler. Ancak sonunda kanlı bir şiddete başvurarak burjuva asayişi sağlamayı başardı. Ancak bu da uzun süremezdi. Caracazo’nun sonucunda oluşan toplumsal ve siyasi maya 1992’deki başarısız darbe girişimi ve Chavez’le ilerici subayların tutuklanmalarıyla kendini gösterdi. Bu ise, eski rejimin kokuşmasının artık orduyu bile etkilediği ve bölünmenin artık devletin kendisini de ayrıştırmaya başladığının göstergesidir. İşte devrimin ilk koşulu da budur. Bütün tarih bize tek başına baskının kitleleri tutmakta başarısız olduğunu göstermiştir. Kitle baskısı Chavez’in serbest bırakılmasını sağladı ve güçlü ve patlayıcı bir hareket bu kişinin etrafında yükselmeye başladı. Bu hareket, seçim platformuna sıçrayarak 1998’de Chavez’in ezici bir çoğunlukla kazandığı başkanlık seçimlerine yol açtı. İşte bu bağlamda seçim mücadelesinin ilerici önemini anlamamak için insanın kör olması gerekmektedir. Seçim mücadelesi kitleleri harekete geçirmede ve örgütlemede en önemli rolü oynayarak 1989’un kaybından çabucak sıyrılmalarının olanağını getirmiştir. Chavez’in seçilmesi kitleler içinde her kesimin birleşeceği bir toparlayıcı konu haline geldi. Seçim zaferleri kitlelerin ayaklanmasının bir sonucuydu, ama her seçim zaferi de karşılığında kitlelerin güven ve kararlılığını pekiştirdi. Böylece seçim zaferleri devrimci bilincin gelişmesinde ve hareketin ilerlemesinde en önemli rolü oynamış oldu. Bunun en açık örneği de 2004’teki hükümeti düşürme referandumunda kendisini gösterdi. O dönemde seçim süreci sokakta kitle seferberliğiyle birleşmişti. Kitleler “Seçim Savaş Birlikleri”ni kurarak bu hükümeti düşürme referandumuna karşı mücadele ettiler. Bu mücadelenin en doruğuna çıktığı anlarda saflarında bir milyon kişi bulunuyordu. 4 Aralık Lenin seçim sonuçlarına hep çok büyük ilgi göstermiştir. Seçim sonuçlarından kitlelerin bilinç seviyeleri ve sınıf güçlerinin birbirine orantısı konusunda fikir edinmeye uğraşmıştır. 4 Aralık seçimlerinden biz ne gibi sonuçlar çıkarabiliriz? İlk olarak, bunun Venezüella Devriminde yeni bir aşamayı gösterdiği kuşku götürmez. Bu seçimler aynı zamanda karşıdevrimci tarafa ve emperyalizme bir darbe vurmuştur. Seçimlerde, Chavez’in partisi “Beşinci Cumhuriyet İçin Hareket” (MVR), Venezüella’nın yeni Ulusal Meclisi’nin 167 sandalyesinden 114’ünü kazanmış, yani toplamın %68’ini ele geçirmiştir. Seçimde hazırlık ve oy verme işlemi normal devam etmiş, kayda değer bir olay pek olmamıştır. Ancak bu, karşıdevrimci muhalefetin seçimleri destabilize etmek ve bir darbeye yol açmak için psikolojik şartları hazırlamaya yönelik çılgınca kampanyasına rağmen yapılabilmiştir. Oylamaya sadece birkaç gün kala, bütün temel muhalefet partileri (Accion Democratica, AD; Sosyal Hıristiyan Copei; Proyecto Venezüela ve Primero Justicia) adaylarını çektiler. Kendilerini bekleyen çok utandırıcı bir yenilgiyi gördüklerinden, muhalefet partileri bağıra çağıra boykot çağrısına başladılar. Bunun sonucu, muhalefetin temel tabanının bulunduğu üst-orta sınıf bölgelerinde pek çok seçmen oy vermedi. Muhalefetin kalelerinde oy verme oranı müthiş düşüktü. Buralarda %10 civarında olan oy kullanma oranına karşın Chavez bölgelerinde katılım çok daha güçlüydü. Katılım, hükümet yanlısı partilerinin liderlerinin beklediğinden daha düşük oldu. Bekleneceği üzere, muhalefet partileri derhal yeni Ulusal Meclis’in meşru olmadığını bağırmaya başladılar. Muhalefet liderlerinden STK Sumate başkanı Maria Corina Machado, “Çok partili bir parlamentodan nüfusun geniş kesimlerini temsil etmeyen tek partili bir parlamentoya geçmekteyiz. Bugün doğan Ulusal Meclis’in meşruiyet yarası vardır.” Ama neden bu böyle olsun? Muhalefet partilerinin seçime katılma ve parlamentoda çoğunluk kazanma şansları vardı. Evet, bu şansları vardı – ama bunu kabul etmeyi reddettiler. Seçimleri boykot ettiler. Şimdi, demokrasinin ilk ve en birinci kuralı şudur: “Orada bulunmalısın!” Bu da, El Salvador’daki seçim kurulu başkanı Eugenio Chicas tarafından şöyle ifade edilmişti: “Demokrasi ona katılanlarla kurulur. Muhalefetin çekilmesi... parlamenter seçimlerin meşruiyetini bozmaz.” Gerçek nedenler herkese artık açık olmalıdır: Bütün kamuoyu yoklamaları, muhalefetin seçim öncesi elinde tuttuğu 76 sandalyeden seçim sonrası ancak 20 sandalye alabileceklerini gösteriyordu. Hem oy vermeyip ya da aday olmayıp sonra da seçim sonuçlarına itiraz etmek, masaya yemeğe oturmayıp ama aç kaldığından şikayet etmek gibidir. Akıllı birisinin böyle “meşruluk” şikayetlerini ciddiye alması olanaksızdır. Halk bir Ulusal Meclis için oy vermiştir. Ulusal Meclis’in de yapacağı çok işler vardır, ve bu işlerle uğraşmak zorundadır. Demokratik tartışmayı kaybeden muhalefet şimdi Ulusal Meclis’e baskı yapmak istemektedir. Şu anda seçimleri kazanamadıkları için isteklerini arka kapıdan geçirmeye uğraşmaktadırlar. Bir taraftan demokrasinin tek savunucularının kendileri olduğunu söylerken, bir taraftan da parlamento-dışı taktiklere başvurmaktadırlar. Muhalefet liderleri, Chavez’i, siyasi etkisini ülkenin mahkemelerine kadar genişletmek istemekle ve yönetimdeki gücünü pekiştirmek için Ulusal Seçim Kurulu’na uzanmakla suçluyorlar. Bu ise, tamamen Washington’un kara propagandasının tekrarından başka bir şey değildir. ABD, bu konuda, hatta daha önce İngilizce’de (ya da başka bir dilde) bulunmayan yeni bir deyim icat etmiştir: “seçilmiş otoriterlik.” Seçimden bir gün önce Caracas’ta patlayıcılar bulunmuştu. Bunlar başkana bir suikast için miydi? Muhtemeldir. Ve de, ana muhalefetin seçimi boykot için uğraşıları ve bununla beraber, buna bir fon sağlayacak zengin muhitlerdeki sokak gösterileri genel bir karmaşa ve düzensizlik havası yaratmaktaydı. Seçimlerden hemen önce birileri bir Venezüella petrol boru hattını bombaladı. Kim sorumluydu bundan? Her şey muhalefeti ve CIA’yı gösteriyor. Bunlar karşıdevrimcileri ve onların Washington’daki “demokrasi dostları”nın gerçek tavrını göstermektedir. Emperyalistlerin İkiyüzlülüğü Hem Avrupa Birliği hem de Amerikan Devletleri Örgütü Kongre seçimleriyle ilgili muğlak ve kafa karıştırıcı bilgiler yayarak Chavez’e karşı komploya katıldılar. Washington’da bulunan Amerikan Devletleri Örgütü ve AB 4 Aralık seçimlerinin “çoğunlukla dürüst” olduğunu ama oy kullanmada “bazı düzensizliklerin” de bulunduğunu ve seçim memurlarına güvensizlik olduğunu söylediler. Bunların amacı uluslararası kamu oyunun gözünü boyamak idi. Amerika Birleşik Devletleri, “demokrasi” bağırışları arasında Venezüella’nın demokratik olarak seçilmiş hükümetini devirmeye uğraşıyor. Bu kirli işi yaparken de Latin Amerika’da bir dizi kukla hükümetlerin kendi dediğini yapacağına güveniyor. Başkan Chavez, Fox’u bir kukla olarak nitelerken haklıydı. Ama Avrupa Topluluğu’ndan daha iyi bir davranış beklerken haklı değildi. Her ne kadar Washington ile onun Avrupalı “müttefiklerinin” arasında belirli çelişkiler varsa da, hepsi birden sosyalizme ve devrime karşi dünya ölçeğinde birleşmişlerdir. Venezüella’ya karşı değişik davranışlar sadece taktiksel boyutlardadır. Bunların temelde farklılıkları yoktur ve AT Chavez’i ya da Devrimi savunmak için paramağını bile kımıldatmaz. Hatta tam aksine, kârlı petrol anlaşmalarından ceplerini doldururken öte yandan sempatileri Venezüella burjuvazisi ve muhalefetine yöneliktir. AB gözlemcilerinin davranışları bunu göstermektedir. Bu, belki de tarihin en yakından izlenen seçimiydi. İlk defa olmasa da, yabancı gözlemciler bir ordu gibi Caracas üzerine çökerek seçim sürecinin her bir detayını mercek altında incelediler. Washington’un, Carlos Andres Perez ve dostlarının açıktan hileli olan seçimlerini geçmişte neden bu kadar ince eleyip sık dokumaya gönüllü olmadığını sorabiliriz. 1989’un Şubat’ında, bu büyük “demokrat”ın, silahsız binlerce kadın, erkek ve çocuğu katleden Caracazo olayında niye müdahale çağrıları duyulmadı? Rejim değişikliği isteyen talepler o zaman neredeydi? Washington’un, onun kuklalarının ve Avrupa Birliği’nin davranışları tamamen bir ikiyüzlülüktür. Eğer düşük oy verme seçimi kazanan adayın diskalifiye edilmesini getirseydi Beyaz Saray’a onlarca yıl tek bir Başkan seçilemezdi. 1994’de Kongre’de Cumhuriyetçilerin zaferi oy kullanma hakkı olan nüfusun sadece %17’siyle sağlanmıştı. Bu arada, ABD’de seçimlerde oy vermeme oranının ortalama %70 olduğunu da söylemeliyiz. Avrupa parlamentosu için yapılan son seçimlerde (2004 Haziran) on ülkeden katılım sadece %28 idi. Hatta, Fransa’nın son parlamento seçimlerinde Jacques Chirac’ın partisi %70 oy vermeme oranına karşın, sadece %16 oyla kazandı. Kolombiya’da, Beyaz Saray’ın ve faşist yarı-askeri güçlerin sevgilisi Başkan Alvaro Uribe %80 seçime katılmama oranıyla kazandı. Venezüella’ya bakarsak, AD ve COPEI gibi partiler 40 yıllık yönetimlerini seçim hileleriyle sürdürdüler ama şimdi en adil demokrasiyle yapılan seçimleri eleştiriyorlar. Dış Politika Birkaç ay önce Caracas’ta bir Dışişleri Bakanlığı temsilcisine Avrupa Birliği delegasyonundan adil bir davranış beklemenin gerçekçi olamayacağını söylemiştim. Bu ikazın yerinde olduğu ortaya çıktı. Uruguay’ın başkenti Montevideo’da bir demeç veren Chavez, Amerikan Devletleri Örgütü’nün (ADÖ) ve AB’nin yanlı raporlarını reddederek, bu raporları bir “tuzak” olarak niteledi. Bu çok doğrudur. Chavez, Güney Amerika uluslarından gelen ve Venezüella’ya Mercosur ticaret bloğuna hoşgeldin ziyaretine gelen bir delegasyona, Bu, Venezüella’ya karşı bir taktiktir. Bir mayın tarlası döşediler, geriye bir mayın tarlası bırakarak Venezüella’nın dengesini bozmaya uğraşıyorlar” dedi. Başkan, daha sonra, “Amerika Devletleri Örgütü’nden (ADÖ) ve Avrupa Birliği’nden gelen bu delegeler Venezüella halkının çıkarlarına ve Venezüella Demokrasisine karşı gizli işbirliği içindedirler” dedi. Bu da doğrudur. Sözde “tarafsız yabancı gözlemciler”in gerçekte tarafsız olmasını sanmak saflıktı. Mercosur toplantısına katılan ADÖ Genel sekreteri Jose Miguel Insulza, burjuva diplomasisinin o meşhur yapay tatlı kurnazlığıyla yanıt vererek, misyonun raporunun daha ilk aşamada olduğunu, Chavez’in kaygılarını göz önünde bulunduracağını, falan filan söyledi. Ama Chavez’in söylediklerine karşın, “Şunu da sadece söylemek isterim ki, ADÖ’nün misyonu Venezüella hükümetince istenmişti” dedi. Bolivar Devriminin en zayıf ve yetersiz tarafı dış ilişki siyasetidir. Devlet aygıtının içinde, karşıdevrimci eğilimlerin en güçlü olduğu yerin dış ilişkiler heyetinin olması bir şans eseri değildir. Elçilerin çoğunun güvenilmez oluğu ve ilk fırsatta bunların karşıdevrim tarafına gidecekleri bilinir. Bu dış ilişkilerde yokluğu çekilen gerçek devrimci bir dış siyaseti telafi etmek amacıyla başkan yabancı liderlerle kendisi dolaysız ilişkilere girmeye uğraşmıştır. Washington’un Venezüella’ya uygulamaya uğraştığı diplomatik izolasyonu kırmak için Chavez, ABD ile farklı düşünen, ya da, “ilerici” görülebilecek hükümet ve ülkelerle anlaşmalara gitmeye çabalamıştır. Niyet iyidir, ama sonuç hep istenen şekilde sonuçlanmamıştır. 9 Aralık 2005’te Economist dergisi, dudak bükerek, seçimleri, “hani, Saddam Hüseyin’in yaptığı cinsten, %99 oy alarak ‘kazanılan’ seçimler” olarak nitelemiş ve acıyla, “Parlamento’nun içinde, 1999’dan beri bu Latin Amerikan ülkesini yöneten ve gelecek yıl bir altı-yıllık yeni döneme daha başlamak üzere olan başkana artık muhalefetin kalmadığı” gerçeğini dile getirmiştir. Dergi, muhalefetin nasıl işe yaramaz olduğunu, ve gerçekten de bunların, “kredisini yitirmiş eski elitlerden oluşan, bölünmüş, güçlü bir lideri bulunmayan, ve kurnaz başkan tarafından devamlı oyuna getirilen” bir kesit olduğunu yazmıştır. Ama bu sağcı derginin bile itiraf etmek zorunda kaldığı şey ise: “Gerçekten, seçimlerden çekilen muhalefet partileri ne olursa olsun kazanamayacaklarını biliyorlardı. Seçimlerden önce Bay Chavez’in MVR partisi ve yandaşları az bir farkla koltukların çoğuna zaten sahiptiler. Başkan da, her ne kadar bu yılın başındaki %70’lik desteği yarıya düşse de, gerçekten seviliyor. Bay Chavez, iki temel partinin dostça iktidarı bir ileri bir geri alıp verdikleri ve beraberce çıkarlardan yararlandıkları eski düzeni değiştirdiğini iddia ediyor. Venezüella’nın yoksul kitlelerine bolca bahşettiği ilgiden dolayı, onu destekleyenler ona tapıyorlar.” Dergi inlemelerine devam ediyor: “Artık üçte iki çoğunlukla Bay Chavez anayasayı istediği gibi değiştirebilir. Bu da, devletin ekonomiye daha fazla karışması ve başkana daha az sınır tanıması demektir. Bay Chavez’in 2006 Aralık ayındaki seçimlerde kolayca kazanmasına neredeyse kesin gözüyle bakılabilir.” “Venezüellalı lider Fidel Castro ile dosttur ve Küba, binlerce doktorun servisinden yararlanmak karşılığında, Venezüella’dan ucuz petrol almaktadır. Arjantin’in başkanı Nestor Kirchner de Bay Chavez’e yanaşıyor görünmektedir. Venezüella Arjantin’in borçlarını devralmaktadır ki bu da Bay Kirchner’in IMF’ye kafa tutmasını kolaylaştırmaktadır. Bay Chavez’in arası, aynı zamanda, daha ılımlı bir solcu olan Brezilya başkanı Luiz Inacio Lula da Silva ile de iyidir. Uruguay’ın yeni solcu başkanının eklenen desteğiyle Venezüella bölgesel bir ticaret bloğu olan Mercosur’a da girmeyi ummaktadır. Bu, Bay Chavez’in petro-diplomasisi için yeni bir alan açabilir. Ancak, tersi de gerçekleşerek, komşularının onu yumuşatmasına da yol açabilir.” Daha sonra, “Çin ve İran ile de dosttur. Bazı Amerikalılar, Venezüella aracılığıyla Arjantin’le nükleer işbirliği üzerine konuşmalar yapmak İran’ın (nükleer) bomba yapmakta işine yarayabilir” demektedir. Irak’ın işgalini haklı çıkarmak için de işte bunun gibi tezler savunulmuştu. Venezüella dünyanın beşinci büyük petrol ihracatçısıdır. Bu muhakkak ki Devrime bir rahatlık sağlamış, Chavez’e Karayipler ve Güney Amerika komşularıyla yaptığı enerji anlaşmaları vasıtasıyla destek kazandırmıştır. Ancak bu yolla sağlanabilen “destek” hem çok göreceli hem de kararsız olur. Venezüella Devriminin tek gerçek dostları işçiler, köylüler ve de Latin Amerika’yla bütün dünyanın yoksul halklarıdır. Böyle dostlara da Venezüella’nın gereksinimi olacaktır. Bir çatışma kaçınılmazdır Bütün bunların ardında ne bir söz savaşı ne de bir anayasa tartışması vardır. Bu, temel çıkarları ihtiva eden bir sınıf savaşıdır. Chavez, salt Venezüella’da değil, tüm dünya ölçeğinde, Latin Amerika’da sosyalist bir devrime gereksinim olduğunu ilan etmektedir. Washington da bunu doğal olarak, “bölgesel istikrarı tehdit etmek” olarak yorumluyor. Aslında, emperyalizm açısından bu doğrudur. Chavez’in sürekli devrim çağırışları yankısız kalmamaktadır. Bu çağırışlar, Bolivya’da, Ekvador’da, Peru’da, Arjantin’de ve Brezilya’da yoksul milyonlarca işçi tarafından dikkatle dinlenmektedir. Bolivarcı Devrim, salt Venezüella’da değil, onun sınırları dışında da milyonlarca kişinin sevgisini kazanmıştır. Ancak bu devrimin hâla artık geri dönülemeyecek noktayı geçmediği de bir gerçektir. Venezüella oligarşisinin gücü hâla kırılmış değildir. Chavez parlamenter yolu seçmiştir. Ama bu seçimlerle sürecin tümü, o merkezi çelişkinin şu ya da bu şekilde nihaî olarak çözülmesi gereken kritik noktaya gelmektedir. Ulusal Meclis’teki büyük zafer, Başkan’ın 2012’de üçüncü kez başta kalabilmesi için gerekli anayasal değişikliği garantilemiştir. İşte Washington’un en fazla korktuğu şey de budur. MVR milletvekili Cilia Flores, Pedro Carmona Estanga’nın 2002 darbesi sırasındaki kişisel koruması olan Gustavo Diaz Vivas’ın bir araya getirdiği bir grup emekli askeri subayın kayda alınmış söyleşilerini yayınlamıştır. Bu subaylar Oswaldo Suju Raffo, Antonio Guevara Fernandez ve Carlos Gonzales Caraballo’dur. Geçen Pazar, parlamento seçimleri olurken, bunların konuşmalarına göre, terörist eylemler düzenlenecekti. Cilia Flores, “Seçimleri geciktirmek için terörist destabilizasyon entrikaları planlıyorlardı. Biz de muhalefet parti liderlerinin aniden seçimlerden çekildiğini gördük ve seçim yolunu reddedenlerin başka bir şey planladıklarını söyledik. Pek çok kimse “B Planı”nın ne olduğunu merak ediyordu, ama biz biliyorduk (ve halk da biliyordu) ve şimdi biz, dün (Çarşamba) Ulusal Meclis’e gelen kanıtları açıklamaya karar verdik” dedi. Ulusal Meclis Başkanı Nicolas Maduro, kanıtlarda kendini gösteren olaylar dizisi hakkında halka bir çağrı yaparak düşüncelerini dile getirmelerini istedi. Bu kanıtların içinde, emekli General Oswaldo Suju Raffo, kayda geçmiş bir konuşmasında, ulusal ve uluslararası planın bölümleri arasında, Venezüella’da yapılacak şiddet eylemlerinin detaylarını anlatmaktadır. Sohbeti sırasında, silah alımı ve özellikle de Pentagon tarafından lisans verilmiş 40 İsveç AT-4’ün alımı üzerinde konuşmaktadır. Kaydedilen telefon konuşmasında, komplocular hükümet kurumlarına ve kod olarak “birinci sınıf yolcular” dedikleri liderlere nasıl saldıracaklarını açıklıyorlar. Bunlar ciddi ihtarlardır. Seçim mücadelesi alanlardan sadece bir tanesidir. Bu alanın kamu desteği sağlamak ve kitleleri mücadeleye çekmek açısından çok önemi vardır. Karşıt kampların ne kadar destek gördüğünün bir ölçütünü verir. Ama hepsi bu kadar. Seçimler kendi başlarına hiçbir şeyi çözmezler. Oligarşi, kendi çıkarlarına ters düşen hiçbir yasayı, anayasayı ya da seçilmiş hükümeti tanımaz. İktidarı yeniden ele geçirmek için sabotaja, cinayete veya komplolara başvurmakta tereddüt etmez. Venezüella oligarşisi ve onun Washington’daki patronları dur durmak bilmezler. 1989’da binlerce kişiyi katlederken bile tereddüt etmediler. 2002’nin 11 Nisan’ında başarısız darbe girişiminde de iki düzine kişinin ölümünden sorumlulardı. Halk ayağa kalkarak darbeyi önlemeseydi daha kaç kişi hayatını kaybedecekti? Danilo Anderson’un ve tek suçları toprak reformu istemek olan 80 köylünün cinayetinin arkasında bunlar vardı. Seçmenlerde korku ve panik yaratmak için seçimlerden bir gün önce Ulusal Seçim Konseyi’ne ve bir petrol rafinerisine bomba attılar. Kim bu insanların güç ve ayrıcalıklarını savaş vermeden elden çıkarabileceklerini bir an bile düşünebilir? Demokrasi nasıl savunulur? Birdenbire demeçlerde, imza toplamakta, Venezüella’da demokrasiyi savunma çağrılarında bir patlama görmekteyiz. Bunu söylemeye bile gerek yok. Altı yaşında bir çocuk bile size demokratik bir anayasanın faşist olana göre daha iyi olduğunu söyleyebilir. Ama, halkın mücadeleleriyle kazanılmış demokratik haklarını savunmak için verilen kavgada burjuva parlamenter demokrasisinin idealize edilmiş bir şeklini savunmak, hele hele, bunu eski İsraillilerin On Emir’i sakladıkları sandık gibi kutsamak gereksizdir. Ama bize, “Peki de, artık bir yeni Anayasamız var. Öteki bütün anayasalardan farklı Bolivarcı Anayasa!” diyeceklerdir. Evet, Bolivar Anayasa güzel bir dokümandır. Dünyanın en demokratik anayasasıdır. Ancak, son tahlilde, anayasa bir kağıt parçasıdır. Bolivar Anayasası’nın o mükemmel prensiplerinin yaşama geçmesi ya da kağıt üzerinde kalması ne yazıldığına değil sınıfların gerçek güç dengelerine ve kitlelerin mücadele isteklerine bağlıdır. İşçi ve köylülerin Bolivar Anayasası’nı, kitlelere sınıf savaşımını geliştirmeleri ve çıkarlarını korumaları için en iyi bir yasal içerik veren tutarlı bir demokratik doküman sağladığı için koruyacaklarını söylemeye bile gerek yoktur. Ancak, kitleler için demokrasi bir amaç değil, amaç için kullanılan bir araçtır. Eğer yaşamlarını iyileştirmeye yol açmıyorsa, toplumun temelli bir değişimine yol açmıyorsa, fazla bir değeri yoktur. Evet, 4 Aralık seçimleri bir zaferdi ve Devrim’de yeni bir evre açmıştır. Ancak bir savaşta muharebe kazanılıp savaş kaybedilebilir. Homojen bir Chavista Ulusal Meclis seçimleri büyük bir avantajdır, ama bu eğer Meclis kararlı bir şekilde davranmazsa fırlatılıp atılabilecek bir avantajdır. Tekrar etmeliyiz: tek ve kendi başına seçimler hiçbir şeyi çözmezler. Seçimler, sınıflar arasında yeni ve daha haşin mücadelelere yol açarlar. Bu görmezden gelinemez. 1930’larda, İspanyol Cumhuriyeti dönemlerinde, faşistler demagojiyle işçi ve köylülere şunu soruyorlardı: Que te da a comer la Republica? (Cumhuriyet size karnınızı doyurmak için ne veriyor?) Şu da gerçektir ki, faşistler başa geçince işçi ve köylülerin karnı doymadı, aksine daha da kötü oldular. Buna rağmen, Cumhuriyet’in toprak sahipleri ve kapitalistlerin elinde bıraktığı iktidarın yarattığı hayal kırıklığı yüzünden giderek gelişen ilgisizlik ve yitirilen inanç duygularına dayanarak faşistler kendilerine bir taban bulabildiler. Bolivarcı Devrim’in başarı ya da başarısızlığı tek ama tek bir şeye bağlıdır: mülksüzleştirilen kitlelerin, işçi ve köylülerin aktif desteği. 2002 Nisan’ındaki darbede ve daha sonraki patronların sabotajlarında Devrim’i çöküşten kurtaran tek şey kitlelerdi. Ağustos 2004’te Hükümeti Düşürme Referandumu sırasında karşıdevrimin gelişimini tek engelleyen kitlelerdi. Herhangi bir ciddi bir gözlemci için bunlar zaten bilinen şeylerdir. Bu yüzden, kitleler eğer kırgınlık ve ilgisizliğe boyun eğmeye başlarlarsa bunun aşırı bir kaygıya neden olması gerekir. Kitlelerin duygularındaki kaymaları anlamak için bir sürü istatistikleri incelemek gerekir ki, seçim sonuçları da bize önemli kavramlar sunar. İtiraf etmeliyiz ki, seçim sonucu sayıları yüzde yüz kesin bilgi vermez. Bunlar, hareketli bir film gibi değil, durgun bir fotoğraf gibidir. Bize, kitlelerin belirli bir andaki duyguları hakkında bazı şeyler söyler. Şirketlerin kitle medyası doğal olarak yüksek çekimserlik sayılarına yoğunlaşarak seçim sonuçlarını meşruluktan arındırmak istemekte ve karşı devrimci entrikalarına bazı bahaneler bulmaya uğraşmaktadır. Bu zaten bellidir. Ancak, gene de, bu seçime yüksek oranda katılmama devrimci bir bakış açısından bir açıklama beklemektedir. Resmi açıklamalar –ki, muhalefetin saldırılarına karşılık olarak yazıldıkları bellidir- bu seçimlerde oy kullanmamayı önemsizleştirmeye uğraşmaktadırlar. Her zaman gerçeğin gözbebeğine bakması gereken devrimciler için bu açıklamalar, ne kadar rahatlatıcı olsa da, değersizdir. Resmi çizgi, muhalefetin boykotunun ve başkent de dahil birkaç eyalette görülen “şiddetli” hava durumunun oy vermeyi zorlaştırdığı şeklindedir. Ama sonuç olarak ne muhalefetin davranışı, ne de hava durumu düşük seçmen katılımı için suçlu bulunamaz. Belki Chavez taraftarları sonuç önceden belli olduğu için oy vermediler. Ancak, bu düşük oranın daha ciddi bir nedeni de olabilir. Kitleler liderlere bir ihtar gönderiyorlar. Kitleler, nutuklardan, sözlerden, resmi geçitlerden ve sloganlardan bıkıyorlar artık. Onların Devrim’i ilerletecek, oligarşinin gücünü yıkacak ve yaşamlarını değiştirecek eylemlere gereksinimleri var. Demokrasiyi savunmak ve bir faşist darbeyi engellemek için Devrim’i durdurmak, geri adım atmak ve muhalefet ve emperyalizme ödünler vermek isteyenler yanılıyorlar. Bu gibi taktikler sadece karşıdevrimcileri arsızlaştıracak ve onları daha saldırgan ve şiddetli kılacaktır. Zayıflık saldırganlığı davet eder ve bu basit gerçek Bolivarcı Devrim’in her bir evresinde kendini göstermiştir. Bize Devrim’i durdurmamızı söyleyenler bindiği dalı kesen biri gibi davranmaktadırlar. Kitlelerin bir bölümünün hoşnutsuz olmasının nedeni (ki, bu hoşnutsuzluğun mevcut olduğunun inkârı aptalcadır) Devrim’in çok ileri, çok hızlı gittiği değildir. Aksine, bu hoşnutsuzluğun nedeni Devrim’in yeteri kadar ileri gitmemesi ve ilerlemesinin çok yavaş olmasıdır. İnsanlar, oligarşinin hâlâ bankaların, toprağın, endüstrinin çoğunu elinde tuttuğunu görünce; hâlâ eski belediye başkanlarının, valilerin ve devlet memurlarının yerlerinde oturup zenginleştiklerini ve devleti yağma ettiklerini görünce, kendilerine bunlara nasıl izin verildiğini ve bu Devrim’in gerçekten kimin için yapıldığını soruyorlar. İşte gerçek tehlike de burada yatmakta! Tehlike, ne seçim kazanabilen ne de sokaklarda ciddi bir ayaklanma örgütleyebilen bölünmüş ve morali bozuk muhalefette yatmıyor, ne de, durmadan kimsenin inanmadığı yalan ve kusmuk seli yaratan sarı basında. Tehlike, Devrim’in kitleler içinde tabanını yitirmesidir. Kitleler Devrim’in hayatlarıyla korunmaya değmediğini düşünmeye başladıklarında, Ulusal Meclis’te kaç koltuğu olursa olsun, Devrim kaybedilmiştir. Eyleme Geçme Zamanıdır! 1998 yılında, Demokratik Eylem Partisi 10.9 milyon seçmenin %11.24 oyunu alarak Meclis’in kontrolünü eline geçirmişti. Bu parti 1.24 milyon oy almıştı. 2000 seçimlerinde ise Chavez’in Beşinci Cumhuriyet Hareketi, Ulusal Meclis’in kontrolünü %17, yani 11.7 milyon seçmen arasından 1.98 milyon oyla ele geçirmiştir. 4 Aralık 2005’de Chavez ittifakı, 14.4 milyon seçmenden, yaklaşık 3.2 milyon, yani %22-23 oy almıştır. 1998 ve 2000’de Ulusal Meclis’in “meşru”luğundan kimsenin şüphesi yoktu. Ama şimdi muhalefet, Ulusal Meclis’in, seçmenlerin %22-23 desteği olduğu halde “meşru olmadığı” üzerine velvele etmektedir. Acaba neden? Bunun nedeni, Washington’un ve onun yerel oğlanlarının Chavez’in seçim zaferinden yararlanarak devrimci süreci ilerletmesinden korkmalarıdır. MVR şimdi, Ulusal Meclis’te 114 koltuğuyla anayasal değişiklikler ve kilit atamalar yapabilmeyi olanaklı kılan üçte iki çoğunluğu az farkla elde etmiştir. Bu yüzden kökten değişiklikler yapabilmek için kapı ardına kadar açıktır. Teknik açıdan, Ulusal Meclis’in, Devrim’i artık geri dönülemeyecek noktaya getirecek gerekli yasamayı onamaması için hiçbir neden yoktur. Bunu yasal olarak yapabilir. Ama yapar mı? İşte kesin sorun buradadır. Yapılması gereken, karşıdevrimi yenebilmek ve onu ekonomik ve toplumsal tabanından yoksun bırakmak için en enerjik ve kesin eylemlerdir. Kitlelerin liderlerinden talebi işte budur. Ama liderler kitlelerin bu isteğini yerine getirebilecekler midir? Yoksa, oligarşi ve emperyalizm tarafından baskı altına alınmayı, tartaklanmayı ya da şantajı kabul ederek geri adım atarak, kaypak sözler söyleyip, karşı devrimle bir kez daha uzlaşmaya çabalayacak, yani imkansızı mı gerçekleştirmeye çalışacaklardır? “Demokrasiyi koruma”nın ilerici bir anlamı, ancak demokrasiyi tehdit eden güçleri -yani oligarşiyi- silahsızlandırmak ve bastırmak için topyekün mücadele içerdiği zaman vardır. Bu ise, Ulusal Meclis’te demokrasinin güzellikleri hakkında tatlı söylevler vererek yapılmaz. Bu hem zaman kaybı hem de karşıdevrim güçlerine inisiyatifi devretmek anlamına gelir. Aksine, bu mücadele, tabandan gelen devrimci kitle eylemleriyle olur. Yapılabilecek en berbat hata, muhalefetle bir uzlaşma aramak ya da onların içindeki o sözde liberal “demokratik” elemanlardan destek noktaları aramak olacaktır. Bunlar hepsinden daha hain ve tehlikeli elemanlardır. Eğer “demokrasiyi savunmak” denilen şey, burjuva Devrim düşmanlarına kapıları “birleşik cephe” maskesi altında açmaksa, bu demokrasiyi savunmak değil, sadece Devrim’i mahvetmektir. Bu, karşıdevrimin demokratik maskeli sloganıdır. İşçiler, köylüler ve devrimci gençlik faşist reaksiyona karşı kendi metotlarıyla savaşacaklardır: sokaklarda, fabrikalarda, tarlalarda ve askeri garnizonlarda. Eğer Meclis toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin gücünü yok etmeye yönelik ciddi tedbirler almaya başlarsa bu kitleler müthiş bir hevesle savaşacaklardır. MVR artık Ulusal Meclis’e tamamen hakimdir. İktidarını devrimci bir şekilde kullanmalıdır: topraklara, bankalara ve bütün kilit endüstrilere el koymak için acil yasalar çıkarması gereklidir. İşte bundan sonra halka giderek tepkilerini göstermesini isteyebilir, ve halk da o zaman can-ı yürekten yanıtlayacaktır bu isteği. İşte Ulusal Meclis’ten talebimiz budur! Ancak ne Ulusal Meclis’i ne de başka birini beklememeliyiz. Eğer karşıdevrimle savaşma gereğinde ciddiysek, Devrim’i savunma komiteleri kurmalıyız. Bu komiteler işçiler, köylüler ve kent yoksulları tarafından en azimli ve kendini adamış savaşçılar içinden seçilmelidir. Komiteler yerel, bölgesel, eyalet ve ulusal düzeylerde ilişkili olmalıdırlar. Bu komiteler aralarında karşıdevrimcileri silahsızlandırma ve bastırma eylem planlarını tartışmalıdır. Bu ise, kitlelerin kendisinin silahlanması anlamına gelir. Eğer karşıdevrimciler Pentagon’ca silahlandırılıyorsa, halka de kendilerini savunmak için silah verilmesi gereklidir. Durumun kaçınılmaz mantığı budur. Muhalefetin müthiş zayıflığı göz önüne alındığında, bunların Bolivarcı Hareket’e, özellikle de üst düzeylere, sızma arayışları içinde olacakları kaçınılmazdır. Hareketin ise heterojen yapısı, içinde dürüst savaşçıların yanında kendini Chavista hareketine kişisel çıkar manevraları için geçici olarak eklemlemiş her türden bürokratların, kariyercilerin ve yolsuz elemanların bulunması anlamına gelir. Bu elemanlar, düşmanın Devrim’in altını kazıp onu içerden çökertecek Truva Atlarıdırlar. Hükümet içinde işçilerin davası için mücadele eden dürüst Bolivarcılar ya da işçi denetimini ve kamulaştırmayı destekleyen köylüler vardır. Ama bunlar, Başkan’ın kararnamelerini sabote eden ve Devrim’i çökertmeye çabalayan sağcı elemanlarca sürekli bloke edilmektedirler. Bu yüzden, Devrim’i savunma mücadelesi ve karşıdevrimcilerle savaş, içerdeki gizli düşmana (Beşinci Kol’a) karşı doymak bilmeyen bir mücadele gerektirir. Kitleler oy vermekte haklılardı. Ancak bütün önemli kararları Meclis’e bırakmamaları gerekir. Ulusal Meclis’teki ve hükümetteki dürüst Bolivarcılar işçileri destekleyeceklerdir. Ama, kapitalizm yanlısı elemanlar ellerindeki her olanakla direneceklerdir. Venezüella’nın işçi ve köylüleri kapitalizm yanlısı “Bolivarcıları” yenmek için harekete geçmeye hazır olmalı ve Ulusal Meclis’in devrimci halkın taleplerini yerine getirmesini garantilemelidirler. Ulusal Meclis’e baskı ve kamu isteklerini göstermek için kitle gösterileri ve toplantılar örgütlenmelidir. Devrim’in sonunda ele alması gereken merkezi sorun devlet sorunudur. Uzun yıllar önce Marx, işçi sınıfının, mevcut burjuva devletini basitçe ele geçirerek toplumun sosyalist değişimini gerçekleştiremeyeceğini açıklamıştı. Eski ve saygınlığını yitirmiş Dördüncü Cumhuriyet kalıntısı devlet memurlar, bürokratlar ve öteki elemanlar görev yerlerinde kaldıkça Venezüella’nın işçi ve köylülerinin amaçlarına ulaşabileceği düşünülebilir mi? Bu elemanların kitlelerin çıkarlarını savunmada güvenilebilir insanlar olduğu söylenebilir mi? Bu sorular kendilerini yanıtlamaktadır. Emekçi halk Bolivarcı bir hükümet için oy vermiştir, yani, toplumda kökten bir değişim için. Yeni Ulusal Meclis’in kendi çıkarları için kesin kararlar almasını beklemektedirler. Bu kararları geciktirmeden, almamak için hiçbir neden yoktur. Duruma anahtar olan, örgüt ve sınıf içgüdülerini temel alan işçilerin bağımsız eylemidir. Emekçiler salt kendi güçlerine, kendi dayanıklılıklarına ve kendi örgütlerine dayanmalıdırlar. 4 Aralık Devrim için yeni ve kesin bir evre açmaktadır. Ama bu ancak kitleler avantajı yakalayıp, devrimci hareketi kendi ellerine alabilirlerse mümkün olur. Devrim’i her cephede ilerletebilmek için bastırmak zorundadırlar. Aylarca önce Başkan, ya sahipleri tarafından terkedilmiş, ya da düşük kapasite altında çalışan fabrikaların uzun bir listesini okudu. Bu fabrikalara el konulmalı ve işçi denetimi altında çalıştırılmalıdır. İşçiler bunlara, topraklara ve bankalara Ulusal Meclis tarafından el konulmasını ve demokratik sosyalist bir üretim planı yerleştirmesini talep etmelidirler. Devrim’i ilerletmenin ve en sonunda artık geri döndürülemez hale getirmenin tek yolu budur. “Devrim içinde Devrim” kavramından kastedilen de bu ve sadece budur. * Caracazo: 1989 yılında Venezüella başkenti Caracas’ta yoksul halkın ayaklanması. 27 Şubat 1989’da o zamanki başkan Carlos Andres Peres, IMF emriyle kemer sıkma programlarına başlayınca Caracas ve civarındaki gecekondu bölgeleri ayağa kalktı. Halk, gıda gibi yaşamın temel maddelerini bu hükümetin IMF ile ortaklaşa kendilerinden sakındığını söyleyerek dükkanları yağmaladı. Bazı sayılara göre sokaklarda ordu tarafından 250’den fazla (bazı kaynaklara göreyse bu rakam 4000’i bulmaktadır) insan öldürüldü. Ancak bazı askerler “vur” emrine itaat etmeyerek halkın yağmalamalarına yardımda bulundu. Bu olaylar salt iki hükümeti devirmekle kalmadı, ordu içinde pek çok askerin de halkın safına geçmesine neden oldu. Bu olaylarda ordunun ve devletin rolünü anlayarak kendisini halkın davasına adayan askerlerden biri de Hugo Chavez’dir. [Çevirmenin Notu] 19 Aralık 2005 [www.marxist.com’dan Latinbilgi.Net tarafından çevrilmiştir]