İklim krizi üzerine IMT tezleri Share Tweetİklim değişikliği insanlık için devasa bir tehdit oluşturmakta ve son dönemde özellikle gençler tarafından büyük çaplı protestoların konusu oluyor. İklim değişikliği tehdidini ancak, işçi sınıfı tarafından demokratik ve doğayla uyumlu bir şekilde planlanmış bir üretim yani toplumun sosyalist dönüşümü son verebilir.Enternasyonal Marksist Eğilim tarafından hazırlanan bu belge, iklim kriziyle başa çıkmak için devrimci programımızı açıklıyor. Pandemiden önce 2020 IMT Dünya Kongresi'nde tartışılmak üzere hazırlandı, ancak şimdi son olaylar ışığında birkaç yerde güncellendi. Kongre pandemi nedeniyle iptal edildiğinden, sizi iklim krizini tartışacağımız çevrimiçi Marksist Üniversitemize kayıt olmaya davet ediyoruz.[Source] Tüm dünyanın dikkati şu anda COVID-19 salgınıyla mücadeleye odaklanmıştır. Ancak (eğer ki) bu ilk tehlike geçtiğinde, bir başka – daha da büyük – varoluşsal bir tehdit belirecektir: iklim değişikliği. Yağmur ormanları yanıyor. Avustralya ve Kaliforniya'da orman yangınları şiddetleniyor. Seller Endonezya ve Bangladeş'i harap ediyor. Bütün adalar ve kıyı bölgeleri hızla sular altında kalıyor. Kuraklık ve kıtlıklar bir mülteci akını yaratıyor. Avrupa'daki sıcak hava dalgaları her yaz binlerce insanı öldürüyor. Birçok tur her gün gezegenden yok oluyor. İklim krizi gelecek nesiller için varsayımsal bir sorun değil, şimdi ve burada.. Öğrencilerin ve gençlerin kitlesel hareketleri tepki olarak dünya çapında sokaklara döküldü. Londra'da bir pankart, "Okyanuslar yükseliyor, biz de yükseliyoruz" yazıyordu. Bu uluslararası protestolara milyonlarca kişi katıldı. Eylül 2019'da, “Fridays for Future” küresel iklim grevlerine tahmini altı milyon insan katıldı. ABD, Kanada, Almanya, İtalya ve İngiltere'deki şehirler yüzbinlerce kişinin katıldığı gösteriler gördü. Kapitalizm gezegeni öldürüyor. Bu, birçok aktivistin doğru bir şekilde vardığı sonuçtur. Bu nedenle iklim grevlerinde yaygın olarak görülen talepler: “iklim değişikliği değil sistem değişikliği”; kâr değil gezgen talepleridir. Çevreyi yok etmekten, ekosistemleri silip yok etmekten, soluduğumuz havayı ve içtiğimiz suyu kirletmekten sorumlu olan, doymak bilmeyen kâr peşinde koşan kapitalist sistemdir. Kapitalizmde neyin üretileceğine ve nasıl üretileceğine karar veren büyük şirketlerdir. Ancak bu herhangi bir plana göre yapılmamaktadır. Bunun yerine, ekonomimiz sözde 'görünmez ele', yani piyasanın anarşisine bırakılmıştır. Şirketler, maliyetleri düşürmek, rakiplerini geride bırakmak, yeni pazarlar bulmak ve karlarını maksimize etmek için gerekli olan her yerde kestirmelere başvuracak ve yasaları çiğneyeceklerdir. Ancak dibe doğru bu yarış, sadece "açgözlü" patronların ürünü değildir. Bu, kapitalizmin ekonomik yasalarının mantıksal sonucudur: özel mülkiyete, rekabete ve kâr için üretime dayalı bir sistemin sonucudur.. Sorunun boyutu çok büyük. BM IPCC (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli), çevresel felaketi önlemek için küresel ısınmanın 1,5°C ile sınırlandırılması gerektiğini öne sürüyor. Bunu başarmak için, toplam sera gazı emisyonlarının 2030 yılına kadar yüzde 45 oranında azaltılması ve 2050 yılına kadar net sıfır seviyelerine ulaşması gerekiyor. Bunun üzerine, büyük ölçekli uyum ve azaltma – örneğin sel korumalarının inşası ve yeniden ağaçlandırma gibi. - önlemleri alınmalıdır. Tüm bunların her yıl dünya çapında 2 trilyon ABD dolarının - küresel GSYİH'nın yaklaşık yüzde 2,5'i- üzerinde ek yatırım gerektireceği tahmin edilmektedir. Bunu başaracak bilim ve teknoloji mevcuttur. Elektrik şebekeleri rüzgar, güneş ve gelgit gücü ile karbondan arındırılabilir. Arabalar ve ulaşım sistemleri elektriğe, pillere ve hidrojene kaydırılabilir. Enerji verimliliği önlemleri, evlerden ve endüstriden gelen enerji taleplerini önemli ölçüde azaltabilir. Kirlilik seviyeleri azaltılabilir. Gıda sürdürülebilir bir şekilde yetiştirilebilir. Atıklar geri dönüştürülebilir. Orman alanları yeniden dikilebilir. Ancak bu hayati adımların tümü iki şeye ihtiyaç duyar: planlama ve kaynaklar – bunların hiçbiri kapitalizmin sağlayamayacağı şeylerdir. Kapitalist üretimin temeli, bir avuç seçilmemiş ve sorumsuz parazitin kârı peşinde koşan özel mülkiyet ve rekabettir; sosyal ve çevresel ihtiyaçları karşılamak için planlama yapmak değildir. Ayrıca, gerekli dramatik değişiklikleri ödemek için kapitalizm sistemi altında para nereden gelecek? Dünya ekonomisi, 2008 çöküşünün, on yıllık kemer sıkma politikalarının ve pandeminin tetiklediği yeni bir derin depresyonun ardından borç içinde boğuluyor. Daha fazla kesinti - yatırım değil - yolda. İklim krizini ele almak şu an egemen sınıfın aklındaki son şey. Kapitalistler, kârlı olmaması gibi basit bir nedenle gerekli önlemlere yatırım yapmayacaklardır. Gerçekten de, potansiyel olarak bol miktarda yeşil, temiz, sıfıra yakın maliyetli elektrik sağlayabilecek yenilenebilir enerji gibi teknolojiler, temelde kâr güdüsü ve piyasa sistemi ile çatışıyor. Örneğin, yenilenebilir enerji kaynaklarına devlet tarafından sübvanse edilen yatırım, uluslararası elektrik piyasalarını fiilen felce uğrattı. Ucuz, aşırı bol yeşil elektrik kaynaklarıyla dolup taşan fiyatlar aşağı çekildi ve kömür-gaz santrallerinin işletilmesi kârsız hale geldi. Bu, yeni enerji üretimine özel yatırım açısından keskin bir düşüşe yol açtı. Ancak haneler, büyük enerji tekellerini desteklemek için daha fazla devlet sübvansiyonu sağlandığından, daha düşük faturaların faydasını bile görmüyorlar. Başka bir deyişle, piyasa sorunu çözemez – sorun piyasadır. Basit bir soru kalıyor elimizde: Bedelini kim ödeyecek? Zenginlik var, ama büyük şirketlerin banka hesaplarında boş boş duruyor ve emperyalist güçler tarafından yıkım araçlarıyla heba ediliyor. Örneğin sadece 10 dev ABD şirketi 1,1 trilyon doların üzerinde nakit biriktiriyor. Ve dünya çapındaki toplam askeri harcama yılda 1.8 trilyon dolar. Bu nedenle, kapitalizm altında, iklim değişikliğinin etkileri ezici bir çoğunlukla işçi sınıfının, yoksulların ve en savunmasız olanların omuzlarına yüklenmekle kalmıyor, aynı zamanda çevresel felaketi önlemenin maliyetleri de onlara yükleniyor; daha yüksek fiyatlar, karbon vergileri ve kemer sıkma. Fridays for Future'ın 17 yaşındaki İsveçli kurucusu Greta Thunberg, uluslararası iklim grevi hareketinin yüzü ve sesi haline geldi. Davos forumlarında ve BM zirvelerinde dünya 'liderleri' kalabalığına hitap ederken, “evimiz yanıyor” uyarısında bulunuyor. Thunberg, elit izleyicilerine “Paniklemenizi ve harekete geçmenizi istiyorum” diyor. Ancak acil eylem çağrısına karşı politikacılar sağır ve dilsiz kalıyor. Ancak tepedeki bu atalet, sadece siyasi iradenin yokluğundan kaynaklanmıyor. Düzen politikacıları, kararlılıktan yoksun oldukları için bu konuda pasif değil, birincil amaçları insanlığın veya gezegenin geleceğini değil, kapitalist sistemi savunmak olduğu için bu konuda pasif kalıyorlar. Thunberg, bilim insanlarının görmezden gelindiğine dikkat çekti ve hükümetlerden bilimsel kanıtları ve tavsiyeleri dinlemelerini istedi. Ancak kapitalistler ve onların siyasi temsilcileri, ne ahlaki argümanlarla ne de onların da çok iyi bildiği gerçekler ve rakamlarla ikna olmayacaklar. Günün sonunda, bu toplumdan kopmuş elit, dünyayı korumak için hiçbir şey yapmayacak, çünkü onların tek kriteri, geri kalanımızın pahasına karı maksimize etmek. Bazı hükümetler, seçmenleri yatıştırmak için sembolik bir şekilde “iklim acil durumu” ilan etti. Ancak bu, büyük iş dünyasının emrinde politikacılarının ağzından söylendiğinde boş bir cümledir. Sonuçta, kapitalizm altında, gerçekten karar veren onlar değil. Bunun yerine kaderimiz piyasanın kaprislerine bırakılmıştır. Küresel bir sorunu çözmek için küresel eylem gereklidir, ancak kapitalist hükümetler bundan acizdir. Sonsuz iklim zirveleri yapılıyor ve uluslararası anlaşmalar imzalanıyor. Ama bunların hepsi boş sözlerdir. Anlaşmalar yapıldığında bile bu protokoller ve anlaşmalar etkisizdir; bağlayıcı olmayan hedeflerdir. Trump iktidarında -dünyanın en büyük ekonomisi ve en çok karbon salan ülkesi olan ABD-2015 Paris Anlaşması'ndan çekilerek anlaşmayı suya düşürdü. Bu sorunun temelinde, ulus devleti engelinin yanı sıra üretim araçlarının özel mülkiyeti de yatmaktadır. Kapitalizmde, ulusal hükümetler nihayetinde kendi kapitalist sınıflarının çıkarlarına hizmet etmelidir. Hırsız bir korsan çetesi gibi, ortalıkta dolaşacak kadar yağma olduğu sürece işbirliği yapabilirler. Ancak ganimet kurur kurumaz, haydutlar ve gangsterler hızla birbirlerinin boğazına yapışacaklardır. Bu korumacılık ve kapitalist kriz döneminde, her hükümet sorunlarını başka yerlere ihraç etmeye çalışıyor, bu da “komşuyu zarara sokma” politikalarına, jeopolitik istikrarsızlığa ve uluslararası konularda işbirliğinin bozulmasına yol açıyor. Böyle bir iktidarsızlıkla karşı karşıya kalan iklim grevi aktivistleri, politikacıları bir araya gelmeye ve soruna dikkat çekmeye zorlamak için topluca sokaklara dökülüyor ve yolları işgal ediyor ve şehirleri kapatıyorlar. Dünya çapında milyonlarca öğrenci ve genç, ilk kez acil eylem ve sistematik değişim talep ederek siyasi faaliyete girdi. Bu seferberlikler yeni nesli güven, güç ve amaç duygusuyla doldurdu. Eylemciler için kitlesel, militan eylem fikri artık istisna değil, norm. 'Grev' kelimesi artık gençlerin zihninde ön sıralarda yer alıyor. Birçok aktivist, doğru bir şekilde kitlesel seferberliğinin hayati olduğu sonucuna varmıştır. Ama biz de şu ana kadarki hareketten dersler çıkarmalıyız ve onun sınırlarını kabul etmeliyiz. Sokak protestoları ve öğrenci grevleri yeterli değil. İklim aktivistlerinin örgütlü işçi sınıfıyla bağlantı kurması ve radikal siyasi değişim için savaşması gerekiyor. Bu kitle seferberliği, militan eylem ve sistematik değişim fikri, geçmişin bireyci çevre aktivizmine kıyasla ileriye doğru atılmış muazzam bir adımdır. Ancak net ve tutarlı bir devrimci liderliğin yokluğunda, bu eski, liberal, küçük-burjuva çevreciliğin hayaleti, iklim hareketine musallat olmaya devam ediyor. Bu, hareketi alevlendiren, çoğu zaman tartışmaya hükmeden ve öğrenci grevcilerin radikalizmini boğan, tuhaf ve harika fikirlerin bolluğunda -"büyüme" ve "tüketim karşıtlığı" gibi - fikirlerle göze çarpmaktadır. Bu fikirlerin tümü, özünde, 19. yüzyılın başlarındaki ekonomist Thomas Malthus'un sunduğu ve kıtlık, yoksulluk, hastalık ve yaygın ölüm oranlarının hepsinin "aşırı nüfus"un sonucu olduğunu öne süren gerici argümanların bir tekrarıdır. Bugün aynı argüman sadece “çok fazla insan var” biçiminde değil; 'beslenecek çok fazla insan' - ama aynı zamanda 'imkanlarımızın ötesinde yaşıyoruz'; 'hepimiz çok fazla tüketiyoruz'. Yani başka bir deyişle, çevresel krizin suçlusu sistem değil, sıradan insanlardır. Fakat Frederick Engels, Malthus'a uzun zaman önce direkt cevap verdi. “Yeteri kadar üretilmiyor, tüm meselenin kökü bu. Ama neden yeterince üretilmiyor?” Engels retorik olarak sordu. "Üretim sınırları -bugün ve günümüzün imkanlarıyla bile- tükendiği için değil. Hayır, çünkü üretimin sınırları aç karın sayısına göre değil, satın alınabilecek ve ödenebilecek para miktarına göre belirleniyor. Burjuva toplumu artık üretmeyi istemiyor ve istemeleri mümkün değildir. Parasız karınlar, kâr amacı gütmeyen ve dolayısıyla satın alınamayan emek, ölüme sürükleniyor.” Tarım tekniğindeki ilerlemeler daha büyük popülasyonların sürdürülmesini ve daha yüksek beslenme seviyelerini mümkün kıldığı için Malthus'un kıyamet tahminleri de ampirik olarak çürütülmüştür. Benzer şekilde, bugünde teknolojiler çok daha fazlasını üretmek için zaten var- kapitalist sistemle ilişkili çevresel bozulma ve yıkım olmadan. Sorun- Engels'in belirttiği gibi- kapitalizmin bu üretici güçleri kârlı bir şekilde kullanamamasıdır. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, kapitalizmin savunucuları, bu neo-Malthusçu maskaralığa katılarak, bir araya gelmemiz ve 'etik' bireysel seçimler yapmamız gerektiğini öne sürüyorlar - daha fazla geri dönüştürmek; daha az uçmak; vegan olmak, vb. – çevresel krizi çözmenin bir çözümü olarak sunuluyor. Ne de olsa, bireysel kararlar ve kişisel yaşam tarzı seçimlerine odaklanmak egemen sınıf için yararlı bir rol oynar, sıradan insanları eldeki gerçek görevden uzaklaştırır: toplumu temelden sosyalist çizgide dönüştürmek. Bu bireysel sloganlardan çıkan 'çözümler' tamamen gericidir. Özünde, bu “yeşil beyin yıkama” sadece bir kemer sıkmadır- işçilere ve yoksullara, kapitalistler ve onların çürümüş sistemleri tarafından yaratılan bir sorunu çözmek için kemerlerini sıkmaları gerektiğini söylüyorlar. 'Tüketim karşıtlarına' çok basit bir soru sormalıyız: kim çok fazla tüketiyor? Sözde "gelişmiş" dünyada ısınma ve yemek yeme arasında seçim yapmak zorunda kalan milyonlarca işçi sınıfı hanesi mi? Sözde 'gelişmekte olan' dünyada ailelerini beslemek için mücadele eden kitleler mi? Bolluğun ortasında yoksulluk içinde yaşayan gezegendeki işçiler ve yoksullar mı? Aslında, istatistiklerin gösterdiği gibi, en zengin yüzde 1'in üyesi, en fakir yüzde 10'daki birinin karbon emisyonunun 175 katından sorumludur. Dünya nüfusunun en yoksul yarısı tüm yaşam tarzı bazlı tüketim emisyonlarının sadece yüzde 10'una katkıda bulunuyor, en zengin yüzde 10 ile karşılaştırdığımızda ise onlar tüm yaşam tarzı bazlı tüketim emisyonlarının yüzde 50’sini oluşturuyorlar. Bu "emisyon eşitsizliği", kapitalizmin doğasında var olan genel göz yaşartıcı ekonomik eşitsizliğin yalnızca bir yansımasıdır. İşçiler aptal değildir. Düzenin ikiyüzlülüğünü ve siyasi sözcülerinin sıradan insanlara gezegen uğruna 'fedakarlık yapmalarını' söylediğini görebilirler. Aynı, süper zengin kapitalist elitler tamamen başka bir gezegende yaşıyor, şok edici zenginlikler biriktiriyor ve özel jetlerde uçuyor. Bu nedenle, Fransa'da Emmanuel Macron'un işçilere daha yüksek yakıt vergileri koyma girişimlerine karşı kitlesel sarı yelekliler protestoları; ya da yakın zamanda birçok eski sömürge ülkede IMF'nin dayattığı yakıt sübvansiyonlarının kaldırılmasına karşı görülen kitle hareketleri yaşandı. Sosyalistler, sözde "karbon vergileri" de dahil olmak üzere bu tür tüm önlemlere karşı çıkmalıdır. Bu vergiler, iş dünyasına değil, tipik olarak hane halkı tüketimine – yakıt veya enerjiye – düşer ve yükü işçi sınıfının ve yoksulların omuzlarına yükler. Bu tür vergiler gerici ve regresiftir. Ve her halükarda, iklim krizini çözmüyorlar, sadece başka bir kemer sıkma önlemi getiriyorlar. Bu krizin bedelini - işçi sınıfının değil - kapitalistlerin ödemesini talep ederek sarı yelekli protestocularla omuz omuza duruyoruz. 'Tüketiciliği' ve 'büyümeyi' suçlamak dikkati başka yöne dağıtma hilesidir. Çevresel hasar, sanayileşme veya büyümeden değil, üretimin kapitalizm altında düzenlenmesi ve kontrol edilme biçiminden kaynaklanır. Verimlilik sağlamak şöyle dursun, rekabet ve kar güdüsü dibe doğru bir yarışa yol açıyor ve muazzam düzeyde atık ve kirlilik yaratıyor. Şirketler daha fazla satmak için ürünlerde eskime yaratırlar. Büyük bir reklam endüstrisi, ihtiyacımız olmayan şeyleri satın almamız için bizi ikna etmeye çalışıyor. Volkswagen gibi şirketler, maliyetleri azaltmak ve kârları artırmak için aktif olarak çevre düzenlemelerini aldatıyor ve çiğniyor. Sorun ekonomik büyüme değil, kâr güdüsüdür. Sürekli meta tüketimine ve kâr birikimine dayanan bir ekonomik sistem içinde yaşıyoruz. Kapitalistler ihtiyaçları karşılamak için değil, kâr etmek için üretirler. Yani mallar satılmazsa işletmeler ve endüstriler kapanır ve milyonlarca işçi işini kaybeder. Yeşil hareketin belirli kesimlerinden "sıfır büyüme" ve "küçülme" çağrılarının gerici olmasının nedeni budur. Kapitalizmde "sıfır büyüme" resesyon olarak adlandırılır -ve bunun bedelini işçi sınıfı ve yoksullar öder. Özünde, "büyüme" talebi, kalıcı resesyon ve kalıcı kemer sıkma için bir argümandır. 'Küçülme' teorisinin tüm vurgusu yanlıştır ve bu nedenle aktif olarak zararlıdır. Soru, üretim ve nasıl ürettiğimiz olmalıdır; tüketim ve 'tüketici tercihleri' değil. Piyasanın anarşi ve kaosu karşısında bireysel boykotlar ne işe yarar? Ekonomi üzerinde demokratik kontrole sahip rasyonel bir üretim planına ihtiyacımız var; bireysel boykotlar ve "etik tüketimcilik" değil. Toplum olarak kolektif tüketimimizi azaltmak istesek bile, üretim tamamen kapitalist sınıf tarafından sahiplenildiği, kontrol edildiği ve karar verildiği sürece bu nasıl mümkün olabilir? Et endüstrisini nasıl küçültürüz? Nüfusu sınırlamak için nasıl bir yol izleyebiliriz? Neyin ve ne kadar üretileceğine kim karar verecek? Basitçe böyle sorular sormak, bu bireyci çevreciliğin saçmalığını ve tüm çeşitleriyle Malthusçuluğun gerici doğasını gösterir. Koronavirüs krizi, bu bireyci, neo-Malthusçu, gerici yaklaşımın sınırlarını büyük ölçüde açığa çıkardı. Tüm dünya ekonomisi durma noktasına geldi. Uçaklar uçmuyor. Sokaklar boş. Petrol talebi çöktü. Hanehalkı tüketimi düştü. Sonuç olarak, küresel karbon emisyonlarının bu yıl yüzde 8 oranında düşeceği tahmin ediliyor. Yine de, küresel ısınmayı 1,5°C ile sınırlamak için önümüzdeki on yılda her yıl aynı düzeyde emisyon azaltımına ihtiyaç var. Bu nedenle, "küçülme" ideolojisinin gerici sınırlarını görebiliriz. Pandemi felcinin gösterdiği gibi, kapitalizm altında, bu tür dramatik değişiklikler ancak ekonomiyi kitlesel işsizlik, yoksulluk ve açlıkla şiddetli bir depresyona sokma pahasına tamamen kaotik bir şekilde başarılabilir. Bu değişiklikler bile zar zor gerekli olan düzeyde. Açıkça, gerekli ölçekte emisyonları azaltmak için üretimin - ve tüm toplum organizasyonunun - sistematik bir dönüşüme ihtiyacı vardır. İhtiyaç duyulan şey, kişisel yaşam tarzı değişiklikleri, bireysel tüketimde kesintiler veya daha ilkel bir üretim biçimine (sözde sanayisizleşme) gerileme değildir. Gezegendeki her insanın rahat ve insana yakışır bir yaşam sürmesi için zaten üretilmiş yeterli kaynak var. Bunlar rasyonel ve eşit bir şekilde dağıtılsaydı, ek üretim ve israf olmadan herkese yetecek kadar olurdu. İhtiyaç duyulan şey sistematik, temel ve uluslararası bir ekonomik değişimdir. Kapitalizmde, üretkenliği artırmak için tanıtılan teknolojiler ve teknikler tam tersine dönüşebilir ve büyüme potansiyelini tamamen yok edebilir. Bu, böcek öldürücülerin ve suni gübrenin gelişigüzel kullanımının böcek popülasyonlarını yok ettiği, toprağı fakirleştirdiği ve su kaynaklarını kirlettiği tarımdaki son gelişmelerde görülebilir. Daha geniş bir ölçekte, sanayi ve ulaşımın, tüm insan toplumunun nihai olarak bağlı olduğu doğal dünyayı yok ederek, kirliliği ve karbon emisyonlarını dışarı pompaladığı görülmektedir. Bu, Marx'ın Kapital'de tarımsal üretimin kapitalizm altındaki doğasını tartışırken açıkladığı şeyin doğrulanmasıdır: “Kapitalist tarımdaki tüm ilerlemeler, yalnızca işçiyi soyma değil, aynı zamanda toprağı da soyma sanatında bir ilerlemedir; belirli bir süre için toprağın verimliliğini artırmaya yönelik tüm ilerlemeler, bu verimliliğin kalıcı kaynaklarını yok etmeye yönelik bir ilerlemedir… Dolayısıyla kapitalist üretim, teknolojiyi geliştirir… yalnızca tüm zenginliğin orijinal kaynaklarını -toprağı ve işçiyi- tüketerek. ” Bununla birlikte, bunların hiçbiri teknoloji ve endüstriye karşı veya "sanayisizleşme" lehine bir argüman değildir. Daha ziyade, özel mülkiyete, piyasanın anarşisine ve kâr güdüsüne karşı olan argümanlardır. Bu argümanlar sosyalist planlama lehinedir; bilim ve teknolojiyi küçük bir azınlığın çıkarları için değil, insanların ve gezegenin çıkarları için kullanmaktır. Kısacası, bu bir sınıfsal bir sorundur. Sahip kim? Kim karar veriyor? Kapitalizmin anarşisi çevreyi yok ediyor. Gezegenin kaynaklarını nasıl kullandığımızı - rasyonel ve demokratik olarak - planlamamız gerekiyor; hangi teknolojileri geliştirmemiz ve uygulamamız gerektiğini planlamalıyız. Fakat eskilerin de dediği gibi, kontrol edemediğiniz şeyi planlayamazsınız; ve sahip olmadığınız bir şeyi kontrol edemezsin. Birçok ülkede, liberal örgütler ve siyasi partiler, gösterileri ve radikalizm taleplerini baltalayarak iklim hareketini devralmaya, ortak olmaya ve raydan çıkarmaya çalıştı. Greenpeace gibi STK'lar genellikle bürokratik olarak kendilerini hareketin başına yerleştirdiler ve 'geniş bir farklı fikirler çadırı stratejisini savundular. Bu arada Extinction Rebellion gibi aktivist gruplar, protestoları depolitize ederek ve siyasi yelpazedeki politikacılara “masaya oturma” çağrısı yaparak aynı tuzağa düşüyor. Sorun, iklim değişikliğinin politik olması. Gezegeni mahvetmekten sorumlu olan kapitalistler ve onların sistemidir. Burjuva partileriyle bağlantı kurmak ve büyük iş dünyası politikacılarına başvurmak tamamen boşuna bir çabadır ve zararlıdır, çünkü hareketin programını etkin bir şekilde bulandırır ve aktivistleri çıkmaz bir yola sürükler. Bu düzen politikacıları, toplumun ve çevrenin ihtiyaçlarını değil, kapitalist sınıfın çıkarlarını savunuyorlar. Hareket ne onlara ne de radikal genç iklim grevcilerini kandırmaya çalışan STK'lara ve liberallere herhangi bir umut veya güven vermemelidir. Yeşil partilere verilen destek, artan çevresel kaygılar ve geleneksel düzen partilerine duyulan genel güvensizlik nedeniyle bazı ülkelerde arttı. Ancak temelde Yeşil liderler, sisteme meydan okumayan veya toplumun birbirine zıt sınıflara bölündüğünü görmeyen liberallerdir. Avusturya'daki yeni Muhafazakar-Yeşiller koalisyon hükümeti örneği çok çarpıcıdır. İşçi sınıfı karşıtı programları temelde iki talebe indirgenebilir: göçü ve emisyonları azaltmak. Bu, Yeşillerin 'ilerici' maskesinin düşmesine ve gerçek, çirkin yüzlerinin ortaya çıkmasına neden oldu. Öte yandan, çevre sorununu sol siyasi taleplerle ilişkilendirmek için olumlu adımlar atıldı. En önemlisi, Yeşil Yeni Anlaşma (GND) önerisi ABD ve Birleşik Krallık'ta sol için bir savaş çığlığı haline geldi. Örneğin 2019'un başlarında Alexandria Ocasio-Cortez, Washington'da federal hükümeti yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım yaparak ve yeni yeşil işler yaratarak karbon emisyonlarını azaltmaya çağıran bir karar sundu. Daha da ileri giderek, İngiltere'deki 2019 İşçi Partisi konferansında, kamu mülkiyetine ve ekonominin demokratik kontrolüne dayanan bir 'Sosyalist Yeşil Yeni Anlaşma' önergesi kabul edildi. Ama aslında, GND(green new deal) sloganı, arzu edilen herhangi bir içerikle doldurulabilen, içi boş bir kaptır. Bu, Biden, Buttigieg ve Klobuchar gibi sağcı Demokrat başkan adayları da dahil olmak üzere AOC'nin Yeşil Yeni Anlaşması'na kaydolan destekçilerin çeşitliliği tarafından da açıkça ortada olan bir durumdur. Bu belirsiz GND önerileri genellikle, kapitalist sistemi düzenlemeye ve yönetmeye yönelik Keynesyen bir strateji anlamına gelir. Ama kapitalizm yönetilemez. Evcilleştirilemez ve 'yeşil' hale getirilemez. Ekonomi, kâr için üretime dayalı olduğu sürece, hükümetlere ne yapacaklarını dikte edenler büyük şirketler olacaktır, tersi değil. Kısacası, Yeşil Yeni Anlaşma'nın Keynesyen talepleri, 'sistem değişikliği' önermek yerine, kapitalist sistemi kendisinden kurtarmaya çalışır. Sıklıkla alıntılanan bir araştırma, 100 büyük şirketin (çoğunlukla fosil yakıt üreticileri) tüm sera gazı emisyonlarının yüzde 70'inden fazlasından sorumlu olduğunu gösterdi. Daha yakın zamanlarda yapılan bir araştırmada, 1965'ten beri sadece 20 şirketin tüm CO2'nin üçte birini ürettiği ortaya çıktı. Benzer şekilde, gelişmiş kapitalist ülkelerde çöplük atıklarının yalnızca yüzde 3-10'u hanelerden geliyor; geri kalanı büyük ölçekli endüstriyel süreçlerin, inşaatın ve madenciliğin sonucudur. Tüm bunlar, çevresel krizin gerçek suçunun nerede yattığını vurguluyor. Aynı zamanda, çözümü açıkça gösteriyor: bu şirketleri ve endüstrileri, rasyonel, sosyalist bir üretim planının parçası olarak ortak mülkiyet ve demokratik kontrol altına almak. Ancak o zaman, yükselen yaşam standartlarının gezegeni korumakla çelişmediği sürdürülebilir bir ekonomi yaratabiliriz. Özel mülkiyette, büyük tekeller aşırı düzeyde atık ve çevresel zarar üretir. Bununla birlikte, sosyalist bir ekonomik plan kapsamında kamulaştırılarak, herkes için kaliteli gıda, barınak, eğitim, ulaşım ve sağlık hizmeti sağlarken, birkaç yıl içinde emisyonları ve kirliliği azaltmak için modern yeşil teknolojileri kullanabilirler. En parlak bilimsel zekaları, demokratik işçi denetimi altında, endüstrideki işçilerin becerileriyle birleştirerek, toplumun tüm teknolojik yeteneklerini ve kaynaklarını insanlığın ve gezegenin hizmetine sunabiliriz. 1970'lerin İngiltere'sinden Lucas Planı bu potansiyeli gösteriyor. Bu planda, askeri ve havacılık endüstrisinde örgütlü işçiler, aynı fabrikaların, makinelerin ve çalışanların füzeler ve silahlar yerine yenilenebilir teknolojiler ve gelişmiş sağlık ekipmanı üretmek için yeniden düzenlenebileceğini ve yeniden konuşlandırılabileceğini gösteren ayrıntılı bir teklif hazırladı. İşçiler nihayetinde dar görüşlü İngiliz İşçi Partisi (Labour Party) ve sendika liderleri tarafından satıldı. Ancak işçi sınıfının üretimi planlamadaki yaratıcı gücünü açıkça kanıtladı. Lucas Planı örneği, bir “iklim geçişi” olasılığını ve buna duyulan ihtiyacı göstermektedir. Yeşil endüstrilere geçişin ve çevreyi kirletenlerin kapatılmasının işsizliğe yol açması için hiçbir sebep yok. İşçiler yeniden eğitilebilir; fabrikalar yeniden donatılabilir. Ancak bu, kamu mülkiyeti, işçi denetimi ve genel bir üretim planı gerektirir. Piyasaya bırakıldığında, modası geçmiş endüstrilerin hala daha muhafaza etmesi, İngiltere'nin eski maden bölgelerinin ve ABD'deki Rust Belt'in gösterdiği gibi, yalnızca işçi sınıfı topluluklarında kalıcı bir yara izi bırakabilir. Bu durum, çevre hareketinin işçi hareketiyle bağlantı kurma ihtiyacını vurgular. Bazı ülkelerde, iklim grevcileri destek için doğru bir anlayış olarak sendikalara ulaştı. Greta Thunberg, dünyanın dört bir yanındaki işçileri küresel grevlere öğrencilere katılmaya çağırdı. Zaman zaman sendikalar, genç aktivistlerle birlikte grev veya protesto sözü vererek bu çağrıyı desteklediler. Bu doğru bir yaklaşımdır. Bu sadece gençlerin sorunu değil, tüm emekçileri etkileyen bir durum. Örgütlü işçi sınıfı iklim değişikliğine karşı mücadelenin başında olmalıdır. Bununla birlikte, Extinction Rebellion gibi gruplar, yalnızca doğrudan eylem ve tanıtım kampanyaları stratejisine odaklanarak, işçi hareketini devre dışı bırakacak şekilde hareket ediyor. Amaçları, genellikle kendilerini binalara ve ulaşım araçlarına bağlayarak veya yolları kapatarak medyanın ilgisini çekerek "farkındalık yaratmak"tır. Başarısız bir vakada aktivistler, Londra Heathrow Havalimanı'nı kapanmaya zorlamak için insansız hava araçları kullanmayı düşündüler. Ancak hareketten hiç kimse, personelin (bagaj görevlileri ve pilotlar dahil) potansiyel grev eylemini tartıştığı havaalanındaki sendika üyeleriyle iletişim kurmayı bile düşünmedi. Bu işçilerin grevi, havaalanını felç ederdi - ve diğer tüm işçilerin bilinç ve güvenini yükseltmeye yardım ederdi - Yokoluş İsyanı'nın (Extinction Rebellion) sorumsuz maskaralıklarından çok daha etkili bir hareket olurdu. Bu anlamsız ve apolitik eylemler yerine, iklim hareketinin kendisini, işçilerin ve gençlerin net sosyalist talepleri etrafında kitlesel seferberliğine dayandırması gerekiyor. Sosyalist bir programla donanmış örgütlü işçi sınıfının gücü durdurulamaz olacaktır. Marksistlerin her zaman belirttiği gibi, işçi sınıfının izni olmadan ne bir ampul yanar, ne de çark döner. Sol siyasi ve toplumsal hareketler tüm dünyada yükselişte. Görevimiz, öğrenci iklim grevlerinin militanlığını ve radikalliğini, işçiler ve gençlerin cesur sosyalist çevre politikaları için birlikte savaştığı daha geniş bir emek hareketine taşımaktır. Böyle bir program aşağıdaki talepleri içermelidir: Enerji ihtiyacımızı vurguncuların ve petrol baronlarının elinden alarak, demokratik işçi denetimi altındaki büyük enerji tekellerini, fosil yakıt şirketlerini ve iletim ağlarını kamulaştırın. Kamu mülkiyeti altında, tüketiciler için fiyatları düşürürken aynı zamanda yenilenebilir enerjiye toplu olarak yatırım sağlayabilir ve fosil yakıtları aşamalı olarak kaldırabiliriz. İnşaat şirketlerini kamulaştırın, arazileri ve bankaları ortak mülkiyete alın. Bu şekilde, mevcut evleri yalıtmak ve yeni, yüksek kaliteli, enerji verimli sosyal konutlar inşa etmek için toplu bir kamu programı yürütebiliriz. Tüm ulaşım hizmetlerini – araç çağırma hizmetleri, demiryolları, metro ağları, otobüsler, tramvaylar, havayolları ve nakliye – kamu mülkiyetine altına alın. Mevcut kaosu yeşil, yüksek kaliteli, geniş kapsamlı, koordineli, entegre ve ücretsiz bir toplu taşıma sistemi ile değiştirin. Yeşil araçlara ve uçaklara yatırım yapmak için otomobil üreticilerini ve havacılık endüstrisini işçi kontrolü altında kamulaştırın. Arazi, madenler, nehirler ve ormanlar dahil olmak üzere tüm doğal kaynakları kamu mülkiyeti ve demokratik kontrol altına alın. Kapitalizmin ve emperyalizmin kâr uğruna gezegeni harap etmesine ve yağmalamasına izin verilmemelidir. Yeniden ağaçlandırma ve sel savunma inşası için dünya çapında kitlesel bir program uygulayın. Büyük şirketleri üniversitelerden çıkarıp atın. Araştırma ve geliştirme, kamu tarafından finanse edilmeli, demokratik olarak kararlaştırılmalı ve çok uluslu şirketlerin kârlarına değil, toplumun ve gezegenin ihtiyaçlarına yönelik olmalıdır. Kirletici sektörlerden yeşil endüstrilere ve işlere geçiş için işçi liderliğindeki bir Lucas Planı modeliyle, tüm kamulaştırılmış endüstrilerde ve kamu hizmetlerinde demokratik işçi denetimi ve yönetimi uygulayın. Çevre sorununu görmezden gelmek şöyle dursun, Marx ve Engels konuyla derinden ilgilendiler. Onların vardıkları sonuç - tıpkı şimdi bizim vardığımız gibi- kapitalist anarşinin hüküm sürdüğü bir sistemde doğal dünyanın yıkımına son vermenin asla mümkün olmayacağıdır. Engels'in açıkladığı gibi, insanlık ve doğa arasında uyumlu bir gelişme ancak bilinçli, sosyalist bir plan temelinde mümkündür: “Fakat, doğa üzerindeki insani fethimiz nedeniyle kendimizi fazla pohpohlamayalım. Böyle her fetih için doğa bizden intikamını alır. Doğrusu, her bir fethin ilk etapta saydığımız sonuçlara sahip olduğu, ancak ikinci ve üçüncü sıralarda oldukça farklı, öngörülemeyen etkileri olduğu ve çoğu zaman birinciyi iptal ettiği doğrudur... Yabancı bir halk üzerinde bir fatih gibi veya -doğanın dışında duran biri gibi doğaya hiçbir şekilde hükmetmediğimiz - ama etimiz, kanımız ve beynimiz ile doğaya ait olduğumuz ve onun ortasında var olduğumuz ve onun yasalarını bilmek ve doğru bir şekilde uygulamak konusunda diğer tüm varlıklara karşı avantajımız olması gerçeğinde yatmaktadır.” Asalak bir azınlığa kâr sağlamak yerine, yalnızca toplumun sosyalist dönüşümüyle çevre ile uyum içinde çoğunluğun ihtiyaçlarını karşılayabiliriz. Bilim ve teknoloji iklim değişikliği ile başa çıkmak için var. Ancak kapitalizm altında, bu güçler gezegeni kurtarmıyor, yok ediyor. Ya sosyalizm ya barbarlık: Önümüzdeki gelecek budur.