18. BİLGİ TEORİSİ Share Tweet “Yeni doğruların alışılagelen kaderi, kutsal inançlara aykırılık olarak ortaya çıkmaları ve batıl itikat olarak son bulmalarıdır.” (T. H. Huxley) Tüm bilimin ve genel olarak akılcı düşünüşün altında yatan temel kabul, fiziksel bir dünyanın var olduğu ve nesnel gerçekliğe hükmeden yasaları anlamanın mümkün olduğudur. Bilimcilerin büyük çoğunluğu, evrenin doğal yasaların hükmü altında olduğunu kabul ederler, Philip Anderson bu olguya işaret ediyor: Aslında, eğer durum bu olmasaydı, bilimin nasıl var olabileceğini hayal etmek bile güçtür. Doğal yasalara inanmak, evrenin eninde sonunda anlaşılabilir olduğuna inanmaktır: bir galaksinin kaderini belirleyen aynı kuvvetlerin burada dünya üzerinde bir elmanın düşüşünü de belirleyebildiğine; bir elmastan geçen ışığı kıran aynı atomların canlı bir hücrenin yapısını da şekillendirebildiğine; büyük patlamadan ortaya çıkan aynı elektronların, nötronların ve protonların bugün insan beyninin, aklının ve ruhunun ortaya çıkışına yol açabildiğine inanmaktır. Doğal yasalara inanmak, mümkün olan en derin düzeyde doğanın birliğine inanmaktır.[1] Aynı şey genel olarak insan soyu için de geçerlidir. Bilim ve teknikteki her yeni keşif, kavrayışımızı derinleştirir ve genişletir, ama böylelikle yeni meydan okuyuşların da önü açılır. Yanıtlanan her soru derhal yeni sorular doğurur. Tıpkı artan bir heyecanla ufka doğru yaklaşmakta olan bir yolcunun, yalnızca, kendisini uzaklardan çağıran yeni bir ufuk keşfetmesi gibi, keşfetme sürecinin kendisi de gözle görülür bir sonu olmayan bir tarzda açılıp gelişir. Bilimciler, “nihai parçacık” araştırması içinde, atomaltı dünyanın gizemlerini gittikçe daha derinden incelerler. Ancak muzaffer bir çığlıkla ufka ulaştıkları her seferinde, bu ufuk inatla daha da uzaklaşır. İnsanlığın tüm başarılarının ve bilgeliğinin nihai zirvesini temsil ettiğine duyulan inanç, aslında her çağın ortak bir yanılsamasıdır. Antik Yunanlılar Öklid geometrisi temelinde evrenin tüm yasalarını anladıklarını düşünmüşlerdi. Aynı şeyi Laplace da Newton mekaniği hakkında düşündü. 1880’de, Prusya patent bürosunun şefi, keşfedilebilecek olan her şeyin zaten çoktan keşfedildiğini ilân etmişti! Bugünlerde, bilimciler resmi açıklamalarında bir parça daha ihtiyatlı olma eğilimindeler. Böyle olmasına rağmen, meselâ Einstein’ın genel görelilik teorisinin mutlak anlamda doğru olduğu ve belirsizlik ilkesinin evrensel bir geçerliliğe sahip olduğu şeklinde açıkça dile getirilmemiş kabuller yapılmaktadır. Bilim tarihi insan aklının ne denli tutumlu olduğunu gösterir. Kolektif öğrenme sürecinde gerçekte çok az şey heba edilir. Yanlışlar bile dürüst bir şekilde analiz edildiğinde olumlu bir rol oynayabilirler. Bir düşünce, yeni düşünceleri kutsal inançlara aykırı, yasaklanması ya da cezalandırılması gereken şeyler olarak değerlendiren resmi bir dogma halinde kemikleştiğinde, düşüncenin gelişimi felç olur ve hatta daha da geriye gider. Ortaçağdaki bilimin kederli tarihi bunun yeterli bir kanıtıdır. Simyacıların filozof taşına ulaşma yolundaki çabaları yanlış bir hipoteze dayandırılmıştı, ama yine de önemli keşiflerde bulundular ve modern kimyanın gelişiminin temelini döşediler. Var olmayan bir “zamanın başlangıcı”nı araştırmakla büyük patlama teorisi de, bilimsel açıdan simyacılardan daha güvenilir olmadığını ortaya koymuştur. Yine de, kaydedilmiş ya da kaydedilmekte olan büyük ilerlemelerden kuşku duyulamaz. Eric J. Lerner’ın doğru bir şekilde gözlemlediği gibi: Yetkinlikle elde edilmiş ve çözümlenmiş sağlıklı bir veri yığını, esinlendirdiği teori yanlış bile olsa bilimsel bir değer taşır. Diğer teorisyenler, bu bilgiler ilk derlenip toparlandığında hiç de hayal edilmeyen bir şekilde, ondan yararlanmanın yollarını bulacaklardır. Teorik çalışmanın kendisinde bile, bir teoriyi gözlemle karşılaştırmaya dönük dürüst çabalar neredeyse her zaman teorinin doğruluğundan bağımsız olarak faydalıdırlar: Eğer düşüncesi yanlışsa bir teorisyenin canı şüphesiz epey sıkılacaktır, ama bu teoriyi boşa çıkarmak için harcanan zaman, israf edilmiş bir zaman olmayacaktır.[2] Bilimin gelişimi, başarılı yaklaşıklıklardan oluşan sonsuz bir diziden geçerek ilerler. Her kuşak doğanın işleyişi hakkında temel bir genellemeler dizisine ulaşır ve bu genellemeler gözlenen belli olguları açıklamaya hizmet eder. Bunlar değişmez bir şekilde, “tüm mümkün dünyalarda” her zaman geçerli mutlak doğrular olarak düşünülürler. Ne var ki daha ileri bir sınamada, mutlak değil, göreli oldukları anlaşılır. Ortaya konan kurallarla çelişen istisnalar keşfedilir ve bunlar da sırası geldiğinde bir açıklama talep ederler, ve sonsuza kadar bu böyle sürer gider. İlk keşifler, ölçekteki her değişikliğin beraberinde yeni olgular ve yeni tür davranışlar getirdiğinin farkına varılmasıydı. Modern parçacık fiziğinde bu süreç hiçbir zaman sona ermemiştir. Her yeni hızlandırıcı, enerji ve hızı arttıkça, bilimin görüş alanına daha küçük parçacıklar ve daha kısa zaman ölçekleri dahil etmekte, bilimsel alandaki her genişleme de yeni bilgiler getirdiği hissini vermektedir.[3] Peki bu nedenle, tam gerçeği elde etmekten umudumuzu kesmeli miyiz? Soruyu bu şekliyle sormak, doğrunun ve insan bilgisinin doğasını anlamamaktır. Kant bu yüzden, insan aklının yalnızca görünümleri bilebileceğini düşünmüştü. Görünümler dünyasının arkasında asla bilemeyeceğimiz Kendinde-Şey yatıyordu. Hegel’in buna verdiği cevap, bir şeyin özelliklerini bilmenin o şeyin kendisini bilmek olduğuydu. Görünüş ve öz arasında mutlak bir engel yoktur. Kendisini bize duyusal algılarda sunan gerçeklikle işe başlarız, ama orada durmayız. Aklımızı kullanmakla görünüşün ötesindeki öze geçer meselenin gizlerine daha derinden nüfuz ederiz: özelden evrensele; tâli olandan asli olana; olgulardan yasaya. Kant’ı yanıtlamak için Hegel’in kullandığı terminolojiyi kullanırsak, bilimin ve genel olarak insan düşüncesinin tüm tarihi Kendinde-Şey’in Bizim İçin Şey’e dönüşüm sürecidir. Diğer bir deyişle, bilimin verili bir gelişim aşamasında “bilenemez” olan şey, eninde sonunda araştırılıp açıklanır. Düşüncenin yoluna dikilen her engel yerle bir edilir. Ancak bir problemi çözer çözmez hemen, çözülmesi gereken yeni problemlerle, üstesinden gelinecek yeni itirazlarla karşı karşıya kalırız. Ve bu süreç asla sona ermez, çünkü maddi evrenin özellikleri gerçekte sonsuzdur. David Bohm bu konuda şunları yazıyor: Analojimizi daha da ilerletmek için, diyebiliriz ki, doğa yasalarının bütününe ilişkin olarak bu bütünlüğün tam bir kavrayışını bize sunacak yeterli görüşlere ve kesitlere asla sahip olamayacağız. Ama bilim ilerledikçe ve yeni teoriler geliştikçe, farklı açılardan artan sayıda görüşler elde ederiz, her seferinde daha kapsamlı, her seferinde daha ayrıntılı vb. fikirler ediniriz. Verili bir olgular kümesine ilişkin her tekil teori ya da açıklama o takdirde sınırlı bir geçerlilik alanına sahip olacak ve ancak sınırlı bir içerikle ve ancak sınırlı koşullarla yeterli olacaktır. Bunun anlamı şudur, keyfi bir içeriğe ve keyfi koşullara doğru genelleştirilen her teori (tıpkı ele aldığımız konunun kısmi görünümleri gibi) hatalı öngörülere yol açacaktır. Böylesi hataları bulmak, bilimde ilerleme kaydetmenin en önemli araçlarından biridir. Ne var ki, böylesi hataların keşfedilmesinin eninde sonunda ortaya çıkaracağı yeni teori, eski teorileri geçersiz kılar. Dahası bu, eski teorilerin yetersiz kaldıkları daha geniş bir alanın ele alınmasına olanak tanımakla, bu teorilerin geçerli olduğu koşulların tanımlanmasına da yardım eder (meselâ görelilik teorisi Newton hareket yasalarını düzeltmiş ve böylelikle Newton yasalarının geçerlilik koşullarını tanımlamaya –bu yasaların ışık hızına nazaran düşük hızlarda geçerli olduğunu saptamasına– yardımcı olmuştur). Bu nedenle, herhangi bir nedensel ilişkinin mutlak doğruları temsil etmesini beklemeyiz; böyle olması için, hiçbir yaklaşıklık kullanmadan ve koşulsuz olarak geçerli olması gerekir. Bilakis, bilimin ilerleyişinin, doğa yasalarının, giderek daha temel, daha geniş ve daha kesin kavramların oluşturulduğu bir diziden geçtiğini, bu kavramların her birinin daha eski kavramların geçerlilik koşullarının tanımlanmasına katkıda bulunduğunu görürüz (tıpkı ele aldığımız konu hakkında daha geniş ve daha ayrıntılı fikirlerin, herhangi bir özel fikrin ya da bir fikirler setinin sınırlarını tarif etmeye katkıda bulunması gibi).[4] Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı kitabında Profesör Thomas Kuhn, bilim tarihini periyodik teorik devrimler olarak resmeder, bu devrimler esasen ayrıntılara adanan salt nicel değişimlerden oluşan uzun dönemlere bir nokta koyarlar. Böylesi “olağan” dönemlerde bilim, dünyanın nasıl bir şey olduğu hakkında sorgulanmamış kabuller olan ve Kuhn’un paradigmalar olarak adlandırdığı verili bir teoriler seti çerçevesinde işler. Başlangıçta mevcut paradigma, araştırma için tutarlı bir çerçeve sağlayarak bilimin gelişimini teşvik eder. Üzerinde hemfikir olunan böyle bir çerçeve olmasa bilimciler sonsuza kadar temeller konusunda tartışıp dururlardı. Bilim sürekli bir devrimci ayaklanma durumunda yaşayamaz, en azından toplumdan daha uzun bir süre bu durumda kalamaz. Tam da bu nedenle, devrimler göreli olarak nadir olaylardır, hem toplumda hem de bilimde. Bir süre için bilim, üst üste çeşitli sonuçlar yığarak bu iyi döşenmiş yolda ilerleyebilir. Ama bu arada, başlangıçta yeni hipotezler ileri sürmeye cüret eden şey, katı bir ortodoksluğa dönüşmüştür. Eğer bir deney mevcut teorilerle çelişen sonuçlar üretirse, bilimciler bu sonuçları gizleyebilir, çünkü bu sonuçlar mevcut düzen açısından yıkıcıdır. Anomaliler artık ihmâl edilemeyecekleri bir noktaya ulaştığında, ancak ve ancak o zaman, zemin yeni bir bilimsel devrim için artık hazır hale gelmiştir. Devrim egemen teorileri yerle bir eder ve daha üst bir düzeyde “olağan” bir bilimsel gelişimin yeni bir dönemine kapıları açar. Hiç şüphesiz aşırı basitleştirilmiş olsa da bilimin gelişiminin bu şekilde resmedilişi, geniş bir genelleme olarak doğru kabul edilebilir. Ludwig Feuerbach adlı kitabında Engels insan düşüncesinin gelişiminin diyalektik doğasını, hem bilim tarihinden hem de felsefeden örnekler göstererek açıklar: Bilinişi felsefenin işi olan hakikat, Hegel’in ellerinde, bir kez keşfedildiğinde yalnızca ezbere öğrenilmesi gereken, tamamlanmış bir dogmatik ifadeler toplamı değildi artık. Hakikat bundan böyle bizzat bilgi sürecinin içinde; sözde mutlak gerçeği keşfederek bundan böyle daha fazla ilerleyemeyeceği bir noktaya, artık ellerini kavuşturup, edinmiş bulunduğu mutlak gerçeğe hayranlıkla bakmaktan başka yapacak hiçbir şeyin kalmayacağı bir noktaya hiçbir zaman ulaşmaksızın, bilginin daha alt basamaklarından daha üst basamaklarına doğru tırmanan bilimin uzun tarihsel gelişiminde yatıyordu. Ve yine: Diyalektik felsefe açısından hiçbir şey, nihai, mutlak ve kutsal değildir. Her şeyin geçiciliğini ve her şeydeki geçici karakteri açığa vurur; oluş ve yok oluşun kesintisiz süreci dışında, aşağıdan yukarıya doğru sonu gelmez yükseliş dışında, hiçbir şey onun önünde duramaz. Ve diyalektik felsefenin kendisi de, bu sürecin düşünen beyindeki katıksız bir yansımasından başka bir şey değildir. Şüphesiz onun da muhafazakâr bir yanı vardır: Bilginin ve toplumun belirli aşamalarının kendi dönem ve kendi koşulları içinde meşru olduğunun farkındadır; ama ancak o kadar. Bu tarz bir bakışın muhafazakârlığı görelidir; devrimci karakteri ise mutlak –diyalektik felsefenin kabul ettiği tek mutlaklık da budur.[5] Bilimsel Yöntem Nedir? İ.Ö. 3. yüzyılda Yunan bilgini Eratosthenes, Siyene’de gün ortasında yere dik olarak saplanmış bir çubuğun gölgesinin olmadığını gördü. Sonra da kendi şehri olan İskenderiye’de, yine yere dik saplanmış bir çubuğun gölgesi olduğunu gözledi. Gerçek bir fiziksel olgunun bu gözlemlerinden dünyanın yuvarlak olduğu sonucunu çıkardı. Daha sonra Siyene’ye, İskenderiye’den olan uzaklığını ölçmesi için bir köle gönderdi. Ardından basit bir geometriyle dünyanın çevresini hesapladı. Bilimin gerçek iş görme yöntemi budur: gözlem, hipotez ve matematiksel muhakemenin bir karışımı. Eratosthenes gözlemle başladı (hem kendinin hem de başkalarınınkiyle). Sonra, bu temelde genel bir sonuç çıkardı, dünyanın eğriliği hipotezi. Daha sonra, teorisine kesin bir biçim vermek için matematikten yararlandı. İskenderiye biliminin parlak başarıları, Karanlık Çağlarda Hıristiyanlığın yükselişince karartıldı. Yüzyıllar boyunca, bilimin gelişimi Kilisenin ruhani diktatörlüğü tarafından felç edildi. Bilim kendisini ancak dinin etkisinden kurtararak geliştirebildi. Ama yine de tarihin ilginç bir tuhaflığı olarak, 20. yüzyılın sonlarında, bilimi gerilere sürüklemek için kararlı girişimlerde bulunulmaktadır. Her çeşit yarı-dini ve mistik fikirler havada uçuşmakta. Bu tuhaf olgu iki şeyle sımsıkı ilişkilidir. İlkin, işbölümü o denli uç noktalara kadar taşınmıştır ki, artık ciddi zararlara yol açmaya başlamıştır. Dar uzmanlaşma, indirgemecilik ve fiziğin teorik ve deneysel yönlerinin birbirinden neredeyse tamamen ayrılması, en olumsuz sonuçları beraberinde getirmiştir. İkincisi, bilimi doğru bir yöne yönlendirmeye yardımcı olabilecek yeterli bir felsefe yoktur. Bilim felsefesi berbat bir durumdadır. Şaşırtıcı değil, çünkü hüküm süren “bilim felsefesi” –ya da daha doğrusu kendisine bu sıfatı yakıştıran mantıksal pozitivizm felsefi tarikatı– bilime, içine düştüğü zorluklardan çıkmakta yardım edebilecek felsefelerin en kötüsüdür. Tersine, işleri daha da kötüleştirmektedir. Geçtiğimiz birkaç onyılda, teorik fizikte, doğal dünya olgusuna fazlasıyla soyut ve matematiksel açıdan yaklaşma yönünde artan bir eğilim görüyoruz. Evrenin sözümona başlangıcını yeniden inşa etmeye dönük keyfi girişimlerde durum açıkça budur. 1972’de yazılmış bir makalede Anderson’un işaret ettiği gibi: Her şeyi basit temel yasalara indirgeme yeteneği, bu yasalardan başlayarak evreni yeni baştan inşa etme yeteneğini beraberinde getirmez. Aslında elementer parçacık fizikçileri bizlere temel yasaların tabiatından ne kadar çok bahsediyorlarsa, bırakalım toplumu, bilimin diğer alanlarındaki gerçek sorunlara o kadar az ilgi duyar görünüyorlar.[6] Son onyıllarda, “saf” bilimin, özellikle teorik fiziğin, tek başına soyut düşüncenin ve matematiksel tümdengelimin ürünü olduğu önyargısı derine kök salmıştır. Eric Lerner’in işaret ettiği gibi, bu eğilimden kısmen Einstein sorumluydu. Sıkı sıkıya deneye dayanan ve ardından yüz binlerce bağımsız gözlemle doğrulanan Maxwell’in elektromanyetizma yasaları veya Newton’un kütleçekim yasası gibi eski teorilerden farklı olarak, Einstein’ın teorileri başlangıçta sadece iki gözlem temelinde doğrulanmıştı: güneşin çekim alanının yıldızlardan gelen ışığı saptırması ve Merkür’ün yörüngesindeki küçük bir sapma. Görelilik teorisinin doğru olduğunun sonradan anlaşılması, muhtemelen Einstein’ın dehası mertebesinde olmayan başkalarının da, ilerleme kaydetmenin yolunun bu olduğunu kabul etmesine yol açtı. Vakit israfından başka bir şey olmayan deneylerle ve usandırıcı gözlemlerle neden canımızı sıkalım ki? Gerçekten, saf tümdengelim yöntemi aracılığıyla gerçeğe giden yolu bulabiliyorsak, neden duyularımızın tanıklığına bağımlı olalım? Bilimdeki büyük sıçramanın, bilimin kendisini dinden ayırdığı ve gerçek maddi dünyadan yola çıkarak ve her defasında ona geri dönerek gözlem ve deneye dayandırmaya başladığı Rönesansta gerçekleştiğini unutmamalıyız. Ne var ki 20. yüzyılda idealizme, hem Platonculuğa hem de daha beteri Berkeley ve Hume’un öznel idealizmine kısmen geri dönüş söz konusudur. Tüm tartışılmaz dehasına rağmen Einstein dahi, bu eğilimden kaynaklanan sonuçlara karşı sık sık tepki vermiş olsa bile kendisini bu eğilimden kurtarma yeteneğinde değildi. Kuantum mekaniğinin Heisenberg tarafından ileri sürülen öznel idealist yorumuna karşı inatçı bir artçı eylem yürütmüş olması, onun övgüyü hak eden tarafıdır. Birçok bilimci gibi Einstein da, felsefenin kendisine hiç el atmadı ve dürüst bir biçimde, büyük bilimcilerin bilimin kötü filozofları olma eğiliminde olduklarını itiraf etti. Bununla birlikte, felsefi ya da yarı-felsefi karakterde birtakım ifadelerde bulunmuştur ki, bu söylediklerinin, sahip olduğu muazzam kişisel prestiji göz önüne alınırsa, birçok bilimci tarafından ciddi bir biçimde –ve maalesef oldukça kötü sonuçlarıyla birlikte– ele alınması kaçınılmazdı. Meselâ 1934’te şöyle yazmıştı: Görelilik teorisi, teorik bilimin çağdaş gelişiminin temel karakterinin zarif bir örneğidir. Kendisine çıkış noktası olarak aldığı hipotezler, sürekli olarak soyutlaşmakta ve deneyimden uzaklaşmaktadır. Teorik bilimci bir teori arayışında giderek artan ölçüde saf matematiksel, biçimsel akıl yürütmeleri kendisine rehber edinmek zorunda kalıyor, çünkü deneycinin fiziksel deneyimi, onu en yüksek soyutlama alanlarına yükseltemez. Ağırlıklı olarak bilimin gençliğine ait olan tümevarımsal yöntemler, yerlerini farazi tümdengelime bırakıyorlar.[7] Aslında Einstein’ın kendi teorilerine saf muhakeme ve tümdengelim süreci aracılığıyla ulaştığı doğru değildir. Bilim Denemeleri adlı kitabında da ortaya koyduğu gibi, özel görelilik teorisi Maxwell’in elektrik ve manyetizma üzerine yaptığı çalışmalardan türetilmişti ve bu çalışmalar da Faraday’ın katı deneysel temellerde yürüttüğü çalışmalara dayandırılıyordu. Ancak 1915’te kozmolojiye geri döndükten sonra Einstein, çıkarımlarına ulaşmak için soyut tümdengelim yöntemine geri dönmüştür. Bu noktada, temel hipotezini bir kabul olarak almakla yerleşik yöntemden uzaklaşmıştır, ki bu hipotez, yani evrenin bir bütün olarak homojen olduğu (tüm uzaya eşit bir biçimde yayıldığı) fikri, gözlemlerle de ters düşüyordu. Bu önermeden yola çıkan Einstein, genel görelilik teorisini uzayın sonlu olduğunu kanıtlamak için kullandı. Bu görüşe göre, verili bir yoğunluğun kütlesi ne kadar artarsa, “uzayı o denli eğriltir”. Yeterince büyük bir kütle, kaçınılmaz olarak, uzayın büsbütün kendi üstüne eğrileceği bir duruma yol açacaktır ki, bu da “kapalı bir evren” doğurur. Bu aslında daha önceleri bilimsel olmadığı için reddedilen ve Ortaçağa ait olan sonlu evren bakış açısına geri dönmek demekti. Ne var ki 1915’te bile evrenin homojen olmadığına dair yeterli kanıt mevcut idi. Teori gözlemle edinilen olgularla çatıştı. Einstein’ın yaşamının son otuz yılında, kütleçekim ve elektromanyetizmanın birleşik bir teorisi uğruna yürüttüğü araştırma, kendisinin de kabul ettiği gibi başarısızlıkla sona erdi. Ampirizmin Sınırları Gerçek felsefe Hegel ile birlikte sona ermiştir. O zamandan bu yana, şu ya da bu ayrıntıyı inceleyen, ama gerçek bir kopuş, büyük bir yeni fikir üretmeyen, yalnızca eski düşünceleri tekrarlayan eğilimlere şahit oluyoruz. Bu hiç de şaşırtıcı değil. Bilimin geçen yüzyıllar içindeki eşi benzeri görülmemiş ilerlemeleri, kelimenin eski anlamıyla felsefeyi gereksiz kılıyor. Evrenin doğası hakkında, bir yanda onun gizemlerini gittikçe güçlenen teleskoplarla, uzay sondalarıyla, bilgisayarlarla ve parçacık hızlandırıcılarıyla açığa çıkartan bir konumda bulunuyorken, spekülasyon yapacak çok az nokta vardır. Tıpkı güneş sisteminin doğasına ilişkin tartışmanın Galileo’nun teleskopu tarafından sona erdirilmesi gibi, teknik alanındaki ilerlemeler de evrenin tarihi sorununu, gelecek kuşaklara çözüm bekleyen yeni sorunlar bırakarak bir sonuca bağlayacaktır. “Her farklı bilim dalı, nesnelerin ve nesneler hakkındaki bilgimizin büyük bütünlüğü içerisinde kendi konumunu netleştirmek zorunda kalır kalmaz, bu bütünlükle ilgilenen özel bir bilim dalı gereksiz hale gelir” der Engels. “O zaman tüm eski felsefeden bağımsız durumda geriye kalan tek şey, düşünce ve düşünce yasalarının bilimidir: yani biçimsel mantık ve diyalektik. Bunun dışındaki her şey, artık pozitif doğa ve tarih bilimi alanı içine girer.”[8] Yine de felsefenin, kendisine kalan iki alanda –biçimsel mantık ve diyalektik– oynayacak bir rolü vardır henüz. Bilim gördüğümüz gibi sırf bilgi biriktirmekle ilgili değildir. Düşüncenin aktif müdahalesine hâlâ ihtiyaç duyar, ki olguların iç anlamlarını, onların yasallığını keşfedebilecek olan da yalnızca bu müdahaledir. Hipotezler kurma zorunluluğu devam eder, görünüşte ilişkisiz olgular arasındaki gerçek iç bağıntıları kavramak ve kaostan bir düzen türetmek için, araştırmalarımızı en verimli kanallarda sürdürmemize rehberlik edebilecek olan şey bu hipotezlerdir. Bu ise, hem bilim hem de felsefe tarihinin esaslı bir bilgisini ve eğitimi gerektirir. Amerikalı filozof George Santayana’nın ifade ettiği gibi, “tarihten öğrenmeyenler onu tekrar etmeye mahkûmdurlar”. 20. yüzyıl biliminde mantıksal pozitivizmin etkisinin en ölümcül sonuçlarından biri, geçmişin tüm ekollerinin tıpkı ölü bir köpek gibi değerlendirilmesiydi. Bugün bu tutumun bizi nerelere getirdiğini görüyoruz. Büyük bir mağrurlukla “metafiziği” kapı dışarı edenler, kibirlerinden ötürü cezalandırıldılar. Bilimin tarihinde hiçbir zaman mistisizm bugünkü kadar gemi azıya almamıştır. Uzun zaman önce Engels’in işaret ettiği gibi, saf ampirik düşünce ekolü, kaçınılmaz olarak buna yol açar: Olsa olsa matematiksel hesaplama biçiminde düşünmeye müsaade eden salt ampirizm, inkâr edilemez olgularla iş gördüğünü düşünür. Ne var ki gerçekte, büyük ölçüde geleneksel düşüncelerle, öncellerinin büyük ölçüde modası geçmiş düşünce ürünleriyle iş görür, tıpkı pozitif ve negatif elektrik, elektriksel ayırma kuvveti, kontak teorisi gibi. Bunlar ona sonu gelmez matematiksel hesaplamaların temeli olarak hizmet eder, bu hesaplamalarda, matematiksel formülasyonun kuralcılığı sayesinde, öncüllerin farazi tabiatı rahatlıkla unutuluverir. Bu tür ampirizm, çağdaş düşüncenin sonuçlarına ilişkin takındığı tutumda ne kadar şüpheciyse, öncellerinin düşüncelerinin sonuçlarına ilişkin olarak da o kadar bönce bir inanç içindedir. Onun açısından, deneysel olarak saptanmış olgular bile yavaş yavaş onların geleneksel yorumlarından ayrılmaz bir hale gelmiştir... Her çeşit hilelere ve iler tutar yanı olmayan kaçamaklara, uzlaşmaz çelişkileri makul göstermeye başvurmak zorunda kalıyor ve böylelikle de en sonunda kendilerini kaçıp kurtaramayacakları bir çelişkiler karmaşasının içine sürüklüyorlar.[9] Bilimcilerin, bütünüyle tarafsız olmaları nedeniyle kendilerini toplumdan yalıtmaları imkânsızdır. Hiçbirimiz bir boşlukta yaşamıyoruz. Amerikalı genetikçi Theodosius Dobzhansky’nin söylediği gibi, Bilimcilerin, genellikle, bir sorun hakkında yeteri kadar olgu keşfetmeyi başarmaları halinde, bu olguların bir şekilde kendilerini dayatıcı ve doğru bir çözüm olarak düzenleyebilecekleri şeklinde safça bir inançları vardır. Ne var ki bilimsel keşif ile yaygın inançlar arasındaki ilişki, tek yönlü bir cadde değildir. Marksistler, bilimcilerin ele aldıkları sorunların, bu sorunları çözmek için giriştikleri yolların ve hatta kabul etme eğiliminde oldukları çözümlerin, içinde yaşayıp çalıştıkları entelektüel, toplumsal ve ekonomik çevreyle koşullandırıldığını iddia ettiklerinde hatalı olmaktan ziyade haklıdırlar.[10] Bazen Marx ve Engels’in diyalektiği bir çeşit Mutlaklık olarak –insan bilgisinde son söz olarak– düşündükleri iddia edilir. Böylesi bir fikir açıkça çelişkilidir. Marksçı diyalektik Hegelci diyalektikten iki temel yön itibariyle farklılaşır. Birincisi o materyalist bir felsefedir ve bu nedenle kendi kategorilerini fiziksel gerçeklik dünyasından türetir. Doğa sonsuzdur, kapalı değil. Aynı şekilde, hakikatin kendisinin de sonu yoktur ve her şeyi kucaklayan tek bir sistemde özetlenemez. Yadsımanın yadsınması, Engels’in açıkladığı gibi, bir tür gelişme spiralidir; kapalı bir daire değil açık uçlu bir sistem. Hegelci felsefeyle ikinci temel farklılık da budur, Hegel diyalektiği kapalı ve mutlak bir sistem olarak ifade etmeye girişmekle sonunda kendisiyle çelişir. Marx ve Engels, kullanışlılığı Kapital’in üç cildinde parlak bir şekilde gösterilmiş olan yeni bir diyalektik yöntemin taslağını geliştirdiler. Fakat 20. yüzyıl biliminin muazzam ilerlemeleri, diyalektiğin içeriğini doldurmak, geliştirmek ve genişletmek açısından bol miktarda malzeme sağlamaktadır. Kaos ve karmaşıklık teorisinin daha da gelişmesi böylesi bir gelişimin temelini oluşturabilir, ki bu da hem doğal hem de toplumsal bilimlere muazzam yararlar sağlayacaktır. Bu nedenle diyalektik materyalizmin gelecekte birtakım yeni ve çok daha doyurucu düşünüş tarzları tarafından geçilmeyeceğini söyleyemeyiz. Ama kesinlikle söyleyebiliriz ki, diyalektik yöntem şu ana kadar mevcut olan en ileri, en kapsamlı ve en esnek bilimsel analiz yöntemidir. Bu konuda sözü Engels’e bırakalım: Dahası, eğer artık böylesi bir felsefeye ihtiyaç yoksa, o zaman herhangi bir sisteme, felsefenin doğal bir sistemine de artık ihtiyaç yoktur. Doğanın tüm süreçlerinin sistematik bir biçimde iç bağıntılı olduğu gerçeğinin kavranılışı, bilimi hem genel olarak hem de ayrıntılarıyla bu sistematik iç bağıntıları baştan aşağı kanıtlamaya iter. Ancak bu iç bağıntılılığın yeterli, geniş kapsamlı ve ayrıntılı bir bilimsel teşhiri, içinde yaşadığımız dünya sisteminin kesin bir zihinsel imgesinin oluşumu, bizim için her zaman olduğu gibi imkânsız kalmaya devam eder. Eğer insanlığın gelişiminin herhangi bir çağında dünyadaki –fiziksel olduğu kadar zihinsel ve tarihsel dünyadaki– iç bağlantıların böylesi nihai, kesin ve tam bir sistemi inşa edilmiş olsaydı, bu, insan bilgi alanının kendi sınırlarına ulaşmış olduğu anlamına, ve toplum bu sistemle uyumlu hale geldiği andan itibaren gelecekteki tarihsel gelişmenin askıya alındığı anlamına gelirdi ki, bu da bir saçmalık, tam bir anlamsızlık olurdu. Bu nedenle insanlık kendisini şu şekilde bir çelişkiyle karşı karşıya bulur: bir yandan, tüm iç bağlantılılığıyla dünya sisteminin geniş kapsamlı ve ayrıntılı bir bilgisini edinmek zorundadır, ve öte yandan da hem insanların hem de dünya sisteminin tabiatından ötürü bu görev hiçbir zaman bütünüyle tamamlanamayacaktır. Fakat bu çelişki yalnızca iki etkenin –dünya ve insan– tabiatından kaynaklanmamakla kalmaz, aynı zamanda tüm entelektüel ilerlemenin temel kaldıracıdır da ve kendi çözümünü sürekli olarak gün be gün insanlığın sonu gelmez ilerici gelişiminde bulur, tıpkı matematik problemlerinin kendi çözümlerini sonsuz bir dizide ya da sürekli bir kesirde bulması gibi. Gerçekten de, dünya sisteminin her zihinsel görüntüsü, nesnel olarak tarihsel durumla ve öznel olarak da kendi yazarının fiziksel ve zihinsel yapısıyla sınırlıdır ve sınırlı kalır.[11] Diyalektiğe Karşı Önyargı Modern bilim, Engels’in “son tahlilde, doğa diyalektik olarak işler” şeklindeki iddiasını bütünüyle doğrulayan bir malzeme bolluğu sunmaktadır. Engels’in ölümünden bu yana geçen yüz yılda bilimin keşifleri bu görüşü bütünüyle doğrulamaktadır. Şöyle yazmıştı Engels: Doğayı, insanlık tarihini ya da kendi entelektüel faaliyetimizi derinlemesine düşündüğümüzde, gördüğümüz ilk manzara, sonu gelmez bir ilişkiler ve etkileşimler labirentidir, burada hiçbir şey, olduğu gibi, olduğu yerde ve olduğu şekliyle kalmaz, her şey hareket eder, değişir, varolur ve varlığı sona erer... Dünyanın bu ilkel, naif, ama yine de özünde doğru kavranışı antik Yunan felsefesinin kavrayışıydı ve ilk olarak Herakleitos tarafından açıkça formüle edilmişti: her şey hem kendisidir hem de değildir, çünkü her şey bir akış halindedir, sürekli olarak değişir, sürekli olarak oluş ve yok oluş halindedir.[12] Bunu Hoffmann’dan bir başka pasajla karşılaştıralım: Kuantum dünyasında, parçacıklar ardı arkası kesilmez biçimde bir görünür bir kaybolurlar. Boş uzay olarak düşündüğümüz şey, hiçbir yerden çıkagelen ve neredeyse doğar doğmaz gözden kaybolan fotonlarla, gelip geçici elektron-proton çiftleri yaratmak üzere muazzam bir okyanustan kısacık zamanlar için köpükler çıkartarak çıkagelen elektronlarla ve bu karmaşaya katılan çeşitli diğer parçacıklarla kaynayan, dalgalanan bir hiçliktir.[13] Kaos ve karmaşıklık teorisinin ortaya çıkışı, geçmişin aptallaştırıcı indirgemeciliğine karşı memnuniyet verici bir tepkiyi dile getirir. Yine de Hegel, Marx ve Engels’in ön açıcı çalışmalarına çok az dikkat sarf edilmiştir. Bu şaşırtıcı gerçek büyük ölçüde diyalektiğe karşı çok yaygın önyargıyla açıklanmalıdır. Bu önyargı kısmen Hegel’in ölümünden sonra idealist ekol tarafından diyalektiğin mistik bir tarzda sunulmasına bir tepki olarak, ama esasen diyalektiğin Marksizmle bağlantısı nedeniyle gelişmiştir. Hegel’in diyalektiği “devrimin cebiri” olarak betimlenmişti. Eğer nicelik ve nitelik yasası kimya ve fizik için geçerli kabul edilirse, bir sonraki adım, bu yasayı, statükonun savunucuları açısından en bedbaht sonuçlarıyla birlikte mevcut topluma uygulamak olabilirdi. Marx ve Engels’in bilimsel eserleri, onların genel olarak devrimci tarih teorilerinden (tarihsel materyalizm) ve kapitalizmin çelişkilerini tahlil edişlerinden ayrılamaz. Bunlar besbelli ki, ekonomik ve politik iktidar tekeline sahip olanlar ve yalnızca gazeteleri ya da televizyon şirketlerini kontrol etmekle kalmayıp aynı zamanda üniversitelerin, araştırma projelerinin ve akademik kariyerlerin kaderini belirleyen para keselerini ellerinin altında tutanlar için çok popüler değildir. Diyalektik materyalizmin, Marx ve Engels’ten tek bir satır bile okumamış insanlar tarafından bilimsel olmayan bir totem olarak reddedilmesi hariç, sistematik bir sessizlikle geçiştirilen bir tabu olması şaşırtıcı mıdır? Elbette bir avuç cesur ruhlu insanın Marksizmin bilim felsefesine katkısı sorununu ortaya attığı doğrudur, ama bu değinmeler bile, genellikle diyalektiğin belli bir bilim alanında geçerli olabileceğini ama genel bir önerme olarak kabul edilemeyeceğini göstermeyi amaçlayan her türlü şerhle sımsıkı kuşatılmış olarak dile getirilmektedir. Bugünlerde değişim, evrim düşüncesi popüler bilince derinlemesine nüfuz etmiştir. Ama evrim genel olarak, yavaş, tedrici, kesintisiz bir süreç olarak anlaşılmaktadır. Troçki’nin belirttiği gibi, “Hegel’in mantığı evrim mantığıdır. Ancak unutulmamalıdır ki, «evrim» kavramının kendisi üniversite profesörleri ve liberal yazarlar tarafından barışçıl bir «ilerleme» anlamına gelecek şekilde bütünüyle saptırılmış ve hadım edilmiştir.” Politikada bu yaygın önyargı kendi ifadesini reformist tedricilik teorisinde, yani bugün dünden daha iyidir, yarın da bugünden daha iyi olacaktır anlayışında bulur. Ne çare ki, genel olarak insanlık tarihi ve özel olarak da 20. yüzyıl tarihi toplumsal sürecin bu yatıştırıcı görüşünün savunucularına pek de rahat yüzü göstermiyor. Tarih uzun tedrici değişim dönemlerine tanıklık etmiştir, fakat bu hiçbir şekilde sürekli ve engebesiz bir süreç değildir. Bu süreç her türlü patlamalarla ve felâketlerle kesintiye uğrar: savaşlar, ekonomik bunalımlar, devrimler ve karşı-devrimler. Bunu reddetmek, herkesin doğru bildiği bir şeyi reddetmektir. Öyleyse bu olguları ne gözle göreceğiz? Kolektif çılgınlığın ani, anlaşılmaz patlamaları olarak mı? Tedrici “normdan” arızi “sapmalar” olarak mı? Yoksa bunlar, tersine, toplumsal gelişim sürecinin kopmaz bir parçası olarak; tesadüfler değil, tedrici olarak gelişen ve toplum içinde gözle görülmeyen ve tıpkı yerkabuğundaki fay hatlarında biriken basınçların bir depremle sonuçlanması gibi eninde sonunda kendilerini yüzeye vurmak zorunda olan gerilim ve streslerin zorunlu sonucu olarak mı görülmeli? Tıpkı Versailles sarayının bahçıvanlarının, şu kaba doğaya klasik geometrinin kurallarını dayatması gibi, doğadan çelişkileri uzaklaştırmaya, onun çıkıntılarını törpülemeye, ona biçimsel mantığın derli toplu kurallarını dayatmaya dönük her girişim başarısızlığa mahkûmdur. Böylesi çabalar belki sinirler üzerinde yatıştırıcı bir etkiye sahip olabilirler, ama gerçek dünyanın kavranması noktasına ulaşmak için baştan aşağı yararsız olduklarını kanıtlayacaklardır. Ve canlı ve cansız doğa için doğru olan şey, tersini kanıtlamaya dönük inatçı çabalara rağmen, bizzat insan toplumunun tarihi için de doğrudur. Toplumun tarihi de aynı eğilimleri açığa vurur: gelişmeyi güdüleyen içsel çelişkiler; farklı sosyoekonomik sistemlerin ortaya çıkışı ve yok oluşu; her büyük tarihsel gelişim kavşağında bekleyen ani ayaklanmalarla, savaşlar ve devrimlerle noktalanan uzun tedrici “evrimsel” değişim dönemleri. Böylesi çarpıcı olgulara, sözümona evrimci “norm”dan arızi, geçici ve talihsiz sapmalar olarak yalnızca omuz mu silkmek gerekir? Yoksa bunlar insanoğlunun ruhuna işlemiş kötülüğün ya da aptallığın reddedilmez kanıtı mıdır? Eğer durum buysa, o takdirde insanlığın gelişiminin akılcı bir kavrayışına ulaşmaya dönük tüm çabalar bir tarafa bırakılmalıdır. Öyleyse, Roma İmparatorluğunun Gerileyişi ve Çöküşü adlı kitabın yazarı olan Edward Gibbon’un, tarihi, “insanlığın suçlarının, budalalıklarının ve talihsizliklerinin kayıt defterinden fazla bir şey değildir” şeklinde tanımlamasını tekrarlamak zorunda kalırız. Fakat eğer kararlı bir şekilde inandığımız gibi, insanlık tarihi doğanın her yanında gözlediğimiz aynı diyalektik yasalara göre ilerliyorsa (ve insan soyu gelişmenin nesnel yasalarından neden bütünüyle muaf olma istisnai “ayrıcalığına” sahip olma hakkını talep etmek zorunda olsun?), o takdirde insanlık tarihinin yapısı ilk kez bir anlam kazanmaya başlar. Bu tarih açıklanabilir. Hatta bu tarih (karmaşık olguların öngörülmesi, basit lineer süreçler içeren olgularınki kadar düz bir şekilde olmasa bile) belli sınırlar dahilinde önceden kestirilebilir. Bu tıpkı bir depremin ya da hava durumunun önceden kestirilmesine uygulanabildiği kadar, toplumun hareketinin önceden tahmin edilmesine de uygulanabilir. Hiç kimse Los Angeles şehrinin kesin olarak ne zaman feci bir depremin kurbanı olacağını söyleyemez, ancak mutlak bir kesinlikle böylesi bir şeyin bir gün olacağı tahmin edilebilir. Diyalektiğin geçerliliğini inkâr etmeye dönük en gayretkeş çabalara rağmen, o, en kararlı kara çalmalardan her zaman öcünü almaktadır. Muhafazakâr jeoloji çevreleri, bir zamanlar kibarca gülüp geçtikleri bir gerçeği, kıtaların kaydıklarını, doğduklarını ve öldüklerini kabul etmek zorunda kalmışlardı. Biyologlar, evrimi tedrici, kesintisiz bir uyum süreci olarak gören eski fikirlerinin tek taraflı ve yanlış olduğunu; evrimin felâketli nitel sıçramalar aracılığıyla gerçekleştiğini, bu sıçramalarda ölümün (neslin tükenişi) doğumun (yeni türler) önkoşulu haline geldiğini kabul etmek zorunda kalmışlardı. Her dönemeç noktasında, doğa bilimleri tarafından sağlanan malzeme bolluğu, bilimcileri diyalektik sonuçları benimsemeye zorlar. Ne var ki hemen ardından, böylesi düşüncelerin potansiyel olarak “devleti yıkıcı” etkilerinin farkına varmaktan fevkalâde rahatsız olurlar. Bu noktada, ayak izlerini silmek amacıyla her türlü mahcup yalanlama ve manevraya başvurmakta birbirleriyle yarış etmeye başlarlar. En sık başvurulan kaytarma yolu, genel olarak felsefeye dair cehaletten dem vurmaktır. Oscar Wilde’ın “ismini söylemeye cesaret edemeyen aşkı” gibi, güneşin altındaki her şey hakkında güzel laflar eden bu yazarlar da, diyalektik materyalizm sözcüklerini telaffuz etmekten büsbütün acizdirler. En iyi durumda, aslında diyalektik materyalizmin kendi dar uzmanlık alanlarında geçerli olduğunu, ama bilimin çok daha geniş alanlarına ya da (Allah göstermesin!) genel olarak topluma hiçbir şekilde uygulanamayacağını söyler dururlar. Diyalektik bir konuma oldukça yaklaşan kaos teorisinin geliştiricilerinin bile Marksizm hakkında tam bir bilgi yoksunluğu sergilemeleri şaşırtıcıdır. Ian Stewart ve Tim Poston bu nedenle Analog’da (Kasım 1981) şu satırları yazabilmişlerdi: Demek ki, meselâ Marx’ın kendi tarih yasalarını model olarak üzerine oturtmaya çalıştığı “fiziğin acımasız yasaları” gerçekte hiç mevcut olmadı. Newton’un üç adet topun davranışını önceden kestiremediği yerde, Marx üç insanın davranışını önceden kestirebilir miydi? Büyük sayıda parçacıklar ya da insanlar topluluğunun davranışlarındaki her düzenlilik istatistiksel olmak zorundadır ve bunun çok farklı bir felsefi tadı vardır.[14] Bu tamamen hedef şaşırtmaktır. Marx hiçbir şekilde kendi tarih modelini fizik yasalarına dayandırmadı. Toplumsal gelişmenin yasaları bizzat toplumun titiz bir incelenişinden türetilmelidir. Marx ve Engels tüm hayatlarını, Kapital’in üç cildinin yüzeysel bir gözden geçirilişinin bile kolayca açığa çıkaracağı gibi, dikkatlice seçilmiş muazzam miktarda ampirik verilere dayanan bir çalışmaya adadılar. Yeri gelmişken söyleyelim, hem Marx hem de Engels, genel olarak mekanik determinizme özel olarak da Newton’unkine son derece eleştirel yaklaşmışlardı. Marx’ın yöntemiyle Newton ve Laplace’ın yöntemi arasında şu ya da bu şekilde paralellik kurma çabasının en küçük bir dayanağı bile yoktur. Kaos ve karmaşıklık teorisi, mevcut toplumun değerlendirilişine ne kadar yaklaşırsa, kapitalizmin çelişkilerinin kavranılışına ulaşma potansiyeli de o kadar artar. Fakat Birleşik Devletler’de, ideal olan azami kişisel özgürlüktür, ya da (Brian) Arthur’un ifade ettiği şekliyle, “bırakalım herkes kendi John Wayne’i olsun ve kendi silahlarıyla etrafta gezinsin”. Bu idealin ne kadar büyük bir kısmı pratikte tehdit altında olursa olsun, hâlâ efsanevi bir gücü elinde tutmaktadır. Ancak artan kazançlar bu efsanenin kalbini parçalıyorlar. Eğer az riskli olaylar sizi birkaç olası sonuçtan herhangi birine kilitleyebiliyorsa, o zaman gerçekte seçilen sonuç en iyisi olmayabilir. Ve bunun da anlamı, azami kişisel özgürlüğün –ve serbest piyasanın– tüm olası dünyaların en iyisini üretmeyebileceğidir. Demek ki artan kazançları savunmakla Arthur masum bir şekilde bir mayın tarlasına basmış oluyor.[15] (Brian Arthur bir iktisatçı ve karmaşıklığın teorisyenlerinden biridir.) Evrimci teori akımına önemli bir katkıda bulunmuş olan Stephen Jay Gould, kendisinin “kesintili denge” teorisiyle diyalektik materyalizm arasındaki paralellikleri açıkça kavramış bulunan birkaç Batılı bilimciden biridir. Panda’nın Başparmağı adlı kitabında şunları söylüyor: Eğer tedricilik doğanın bir olgusu olmaktan çok Batı düşüncesinin bir ürünüyse, o takdirde bizim kısıtlayıcı önyargılar âlemini genişletmek için, alternatif değişim felsefeleri düşünmemiz gerekir. Örneğin Sovyetler Birliği’nde bilimciler çok farklı bir değişim felsefesiyle eğitilirler: Hegel felsefesinden alınarak Engels tarafından yeniden formüle edilen diyalektik yasalar. Diyalektik yasalar açıkça kesintilidirler. Meselâ “niceliğin niteliğe dönüşümü”nden bahsederler. Bu belki bir put gibi algılanabilir, ama değişimlerin yavaş bir stres birikimini takiben büyük bir sıçrama içerisinde gerçekleştiğini, yani bir sistemin kırılma noktasına ulaşıncaya kadar dayandığı fikrini ileri sürer. Suyu ısıtırsanız eninde sonunda kaynar. İşçileri giderek daha fazla ezerseniz bir devrime yol açarsınız. Eldredge ve ben, Rus paleontologlarının bizim kesintili dengemize benzer bir modeli desteklediklerini öğrendiğimizde büyülenmiştik. Her şeyden önce paleontoloji ve antropoloji, statükoyu savunanlar açısından potansiyel olarak tehlikeli politik anlamları olan tarihsel ve toplumsal bilimlerden çok ince bir çizgiyle ayrılmıştır. Engels’in işaret ettiği gibi, bu bilimler toplumsal bilimlere ne kadar yaklaşırlarsa, o kadar az objektif ve o kadar fazla gerici hale geliyorlar. Bu nedenle ihtiyatlılığına rağmen Stephen Gould’un diyalektik bir bakış açısına çok yaklaşmış olması umut vericidir: Yine de, kesintililik bakış açısının, biyolojik ve jeolojik değişimi, rakiplerinden çok daha doğru ve gerçeklikle çok daha örtüşen bir biçimde resmettiğinin kanıtlanabileceğine olan kişisel inancımı itiraf edeceğim; yalnızca kararlı bir durumdaki karmaşık sistemlerin hem yaygın hem de değişime son derece dirençli olmalarından ötürü olsa bile.[16] Geçen yüzyılda, Marx ironik bir biçimde, doğa bilimcilerin çoğunun “utangaç materyalistler” olduklarına işaret etmişti. 20. yüzyılın son yarsında hâlâ büyük bir paradoks yaşıyoruz. Marx’ın ya da Hegel’in tek bir kelimesini bile okumayan bilimciler, bağımsız bir şekilde, diyalektik materyalizmin birçok düşüncesine kendiliklerinden ulaşmışlardır. Yürekten inanıyoruz ki, bilimin gelecekteki gelişimi diyalektik yöntemin önemini doğrulayacak ve buna öncülük edenler eninde sonunda mahrum edildikleri itibara kavuşacaklardır. Stalinist Karikatür Geçmişte Marksizmin düşüncelerine yaklaşan birçok insanın önündeki ciddi engel Stalinizmin temsil ettiği karikatürdü. Bu karikatür çelişkili bir rol oynadı. Bir yandan, Sovyetler Birliği’nde ulusallaştırılmış planlı ekonominin muazzam başarıları Batıda birçok işçiyi ve entelektüeli güçlü bir biçimde cezbetmişti. İngiltere’deki meşhur biyolog J. B. S. Haldane gibi en parlak bilimciler Marksizmi benimsediler ve onu umut verici sonuçlarla birlikte kendi alanlarına uygulamaya başladılar. Bilimin en son keşiflerini anlaşılabilir bir dille açıklamaya dönük çabalardan oluşan çok sayıda çalışma ortaya çıktı. Sonuçlar değişkendi, ama yine de bu literatür popüler tüketim için üretilen bugünkü mistikleştirici yazılara nazaran son derece tercih edilebilir bir literatürdü. Hiç şüphe yok ki, Rusya’daki kültürün, eğitimin ve bilimin emsalsiz ilerlemeleri yalnızca uluslararası işçi hareketi açısından değil, Batıdaki en iyi entelektüeller ve bilimciler açısından da bir referans noktası olarak hizmet görmüştür. Bu başarılar, eninde sonunda onun temelini oyan tüm devasa bürokratik çarpılmalara rağmen, ulusallaştırılmış planlı ekonominin potansiyelini ortaya koydu. Bu başarılar bugünkü durumla büsbütün bir tezat oluşturuyor. Sovyetler Birliği’nin yıkılışı ve “piyasa ekonomisi” doğrultusunda ilerleme çabası, üretici güçlerin ve kültürün korkunç bir çöküşü sonucunu üretti. Birdenbire, planlı ekonomi düşüncesine, Marksizme ve genel olarak sosyalizme karşı dünya ölçeğinde muazzam bir ideolojik karşı saldırıya girişildi. Sosyalizmin düşmanları, Marksizmin adını karalama çabalarında Stalinizmin işlediği suçlardan yararlandılar. İnsanları, devrimin bir işe yaramadığına ve sonuç olarak büyük bankaların ve tekellerin egemenliğini kurmanın, kitlesel işsizliği ve düşen yaşam standartlarını kabullenmenin daha iyi olacağına ikna etmeyi hedefliyorlar, çünkü diyorlar “başka bir alternatif yok”. Gerçekte Rusya’da yıkılan şey sosyalizm değil, sosyalizmin bürokratik bir karikatürü idi. Totaliter ve bürokratik bir sistem, Lev Troçki’nin 1936’da açıkladığı gibi, ulusallaştırılmış planlı ekonomi rejimiyle bağdaşmaz. Böyle bir ekonomi, tıpkı insan vücudunun oksijene ihtiyaç duyması gibi demokrasiye gereksinim duyar. Tüm nüfusun her düzeyde aktif ve bilinçli bir katılımı olmaksızın, tam bir eleştiri, tartışma ve ifade özgürlüğü olmaksızın, bu tip bir ekonomi kaçınılmaz olarak bir bürokrasi karabasanına, yozlaşmaya, kırtasiyeciliğe, budalaca bir beceriksizliğe ve kötü yönetime yol açacaktır ki, tüm bunlar da en sonunda planlı ekonominin temelini oyacaktır. Eski Sovyetler Birliği’nde olup bitenler, tam da on yıllar önce Marksistlerin öngördüğü gibi gerçekleşti. Stalinizmin totaliter rejimi, kendisine eşlik eden kaçınılmaz yol arkadaşlarıyla birlikte, yozlaşma, konformizm ve dalkavuklukla birlikte, bilim ve sanat alanlarında en olumsuz sonuçları doğurmuştu. Ekim devrimi ve onunla birlikte gelişen ulusallaştırılmış planlı ekonominin eğitim ve kültüre verdiği muazzam itilime rağmen, bilimin özgürce gelişimi, boğucu bürokratik rejim tarafından zapturapt altına alındı. Bilim ve sanat, entelektüel bir özgürlük atmosferinde gelişmeye, düşünce, konuşma, düşüncelerini açıklama ve hata yapma özgürlüğüne toplumun diğer kesimlerinden çok daha fazla ihtiyaç duyar. Böylesi koşulların yokluğunda, yaratıcı düşünce solup gidecek ve sonunda ölecektir. Bu nedenle Amerika ve Japonya’daki toplam bilimci sayısından daha fazlasını barındıran SSCB (ve hepsi de yetenekli bilimcilerdi), Batıdakilerle aynı sonuçları elde edemezdi ve tüm alanlarda yavaş yavaş onların gerisine düşmek durumunda kaldı. Marksizme ilişkin tüm yanlış anlayışı oluşturan şeylerden biri, onun Stalinistler tarafından ortaya konuluş biçimiydi. Rusya’daki egemen elit, hiçbir alanda düşünce ve eleştiri özgürlüğüne tahammül edemiyordu. Bürokrasinin elinde Marksist felsefe (onların adlandırdıkları şekliyle “diyamat”), önderliğin her türlü manevrasını mazur göstermek için kullanılan tam bir dogma ya da bir çeşit sofizm halinde çarpıtıldı. Lefebvre’nin aktardığına göre işler o denli kötü bir noktaya varmıştı ki, Sovyet ordusunun yüksek kurmayı, askeri akademilerin müfredat programına biçimsel mantık derslerinin tekrar konulmasında ısrar etmişti. Çünkü “diyamat” denilen şeyin öğretmenleri utanç verici bir kafa karışıklığına yol açmışlardı. Mantık dersleri en azından harp okulu öğrencilerine muhakemenin ABC’sini öğretecekti. Bu küçük olay Stalinistlerin “Marksizm”inin karikatür doğasını açığa vurmak için yeterlidir. Stalin döneminde bilimciler, Lisenko’nun genetik “teorisi” gibi bürokrasinin çıkarlarına denk düşen ve hiçbir bilimsel temeli olmayan birçok yanlış teoriyi olduğu kadar, bu katı ve cansız karikatürü de hiç sorgulamaksızın kabul etmek zorunda bırakıldılar. Bu durum bilim çevrelerinde diyalektik materyalizm düşüncesini belli ölçülerde gözden düşürdü ve diyalektik yöntemin farklı bilim alanlarına verimli ve yaratıcı bir şekilde uygulanmasını engelledi. Oysa diyalektik yöntemin bu olumlu tarzda uygulanışı, hem bizzat bilimde hem de Marx ve Engels’in bir taslak halinde açıklayıp, geliştirilmesi ve ayrıntılandırılmasını gelecek kuşaklara bıraktıkları felsefi düşüncelerinin derinleştirilmesinde ciddi ilerlemeleri olanaklı kılabilirdi. Altmış yıldan fazla bir süre boyunca, Sovyet devletinin elindeki tüm kaynaklara rağmen, bürokrasinin, Marksizmin teorik cephaneliğine tek bir orijinal fikir dahi eklemekten aciz oluşu Stalinist rejimin suçudur. Güçlü bir sanayi ve teknoloji yaratan ulusallaştırılmış planlı ekonominin muazzam avantajlarına rağmen, British Museum’un kütüphanesinde tek başına çalışan Karl Marx’ın keşiflerine yeni şeyler eklemekten aciz olduklarını kanıtladılar. Her şeye rağmen, planlı ekonominin faydaları birçok alanda göze çarpan ilerlemeyi mümkün kılmıştır ve bugünkü propaganda bombardımanı bu olgunun üstünü örtmek istemektedir. Dahası, bilimcilerin diyalektik yöntemi farklı alanlara uyguladıkları yerlerde ilginç sonuçlar elde edilmiştir. Bu özellikle kaos teorisinde görülmektedir ki, bu alanda hiç şüphesiz diyalektik materyalizmden etkilenmiş Sovyet bilimciler Batının en azından yirmi yıl ilerisindeydiler. Kaos teorisindeki ilk araştırmaların Sovyetler Birliği’nde yapıldığı ve bunun bağımsız bir şekilde aynı sonuçlara çıkan Batılı bilimcilere bir itki sağladığı ve onların görüşlerinin de dönüp, kaos konusundaki Sovyet araştırmalarının daha da gelişmesini teşvik ettiği gerçeği genellikle kavranmış değildir. Gleick’ın itiraf ettiği gibi: Birleşik Devletler’de ve Avrupa’da kaosun filizlenmesi bir taraftan Sovyetler Birliği’nde buna paralel olarak yürütülen çalışmalar için ilham kaynağı olurken, diğer taraftan da büyük çapta şaşkınlığa sebebiyet veriyordu, çünkü bu yeni bilim oldukça büyük bir bölümü itibariyle Moskova için pek o kadar yeni sayılmazdı. Sovyet matematikçileri ve fizikçileri kaos araştırmalarında A. N. Kolmogorov’un ellili yılardaki çalışmalarına kadar uzanan köklü bir geleneğe sahiptiler. Üstelik başka yerlerde matematik ve fizik birbirinden kopmuşken, Sovyetler Birliği’nde bu iki bilim dalı birlikte çalışma geleneğini ayakta tutmayı başarmıştı.[17] [1] aktaran: M. Waldrop, Complexity, s.81. [2] E. J. Lerner, The Big Bang Never Happened, s.155. [3] J. Gleick, Chaos, s.115. [Kaos, s.136] [4] D. Bohm, Causality and Chance in Modern Physics, s.32. [5] MESW, cilt 3, s.339-340. [Seçme Yapıtlar, cilt 3, s.413-414] [6] aktaran: M. Waldrop, Complexity, s.81. [7] aktaran: E. J. Lerner, The Big Bang Never Happened, s.128. [8] Engels, Anti-Dühring, s.31. [Anti-Dühring, s.77] [9] Engels, The Dialectics of Nature, s.185-6. [Doğanın Diyalektiği, s.153] [10] T. Dobzhansky, Mankind Evolving, s.138. [11] Engels, Anti-Dühring, s.45-6. [Anti-Dühring, s.95] [12] Engels, Anti-Dühring, s.24. [Anti-Dühring, , s.70] [13] B. Hoffmann, The Strange Story of the Quantum, s.210. [14] aktaran: I. Stewart, Does God Play Dice?, s.40. [15] M. Waldrop, Complexity, s.48. [16] S. J. Gould, The Panda’s Thumb, s.153 ve 154. [17] J. Gleick, Chaos, s.76. [Kaos, s.83]