17. KAOS TEORİSİ Share Tweet Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından ayrıntılı biçimde geliştirilen diyalektik materyalizm, politik ekonomiden çok daha fazlasını ifade ediyordu: o bir dünya görüşüydü. Doğa, özellikle Engels’in çalışmalarında göstermeye çalıştığı gibi, hem materyalizmin hem de diyalektiğin doğruluğunun kanıtıdır. “Matematiğin ve doğal bilimlerin bu özetini çıkarmamda” diye yazıyordu, “tarihteki olayların görünürdeki tesadüfiliğine egemen olan diyalektik hareket yasalarıyla aynı diyalektik hareket yasalarının doğada, sayısız değişimin karmaşası içinde kendilerini kabul ettirdiklerinden ayrıntıda emin olmak söz konusuydu.”[1] Bilimciler Marksizmi çağrıştıran politik anlamından dolayı diyalektik materyalizmden nadiren haberdar olsalar da, onların zamanından bu yana bilimsel keşifler alanında yaşanan her önemli yeni gelişme Marksist bakış açısını doğrulamıştır. Bugün kaos teorisinin ortaya çıkışı, bilimsel sosyalizmin kurucularının temel fikirleri açısından taze dayanaklar sunmaktadır. Bir su damlası bazen düzenli olarak damlar, bazen düzensiz; bir sıvının hareketi hem türbülanslıdır hem değil; kalbimiz düzenli olarak atar ama bazen çarpıntı yapar; hava sıcak ya da soğuk eser. Nerede karşımıza kaotik görünen bir hareket çıksa –ve aslında her tarafımız onunla doludur– bu harekete sıkı bir bilimsel bakış açısıyla yaklaşma çabası genellikle çok nadir olmaktadır. O halde kaotik sistemlerin genel özellikleri nelerdir? Bu sistemleri matematiksel terimlerle tanımlamakla matematik ne gibi uygulamalara sahip oluyor? Gleick ve diğerlerinin önem verdikleri özelliklerden biri “kelebek etkisi”dir. Lorenz, bilgisayar simülasyonlu hava tahminlerinde dikkate değer bir gelişme keşfetmişti. Simülasyonlarından biri, nonlineer ilişkiler içeren on iki değişkene bağlıydı. Eğer simülasyon bir öncekinin başlangıç değerlerinden yalnızca çok küçük farklılıklar –bir değer setinde altı ondalık basamağa kadar değerler varken diğerinde üç ondalık basamağa kadar değerlerin olması gibi farklılıklar– taşıyan yeni değerlerle yeniden başlatılırsa, bilgisayarın ilk durumdakinden çılgınca sapan farklı “hava durumları” ürettiğini bulmuştu. Çok küçük bir pertürbasyonun beklenebilir olduğu bir noktada, kısa bir fark edilebilir benzerlik döneminden hemen sonra bütünüyle farklı bir desen oluşuyordu. Bunun anlamı şudur, karmaşık, nonlineer bir sistemde, girdilerdeki küçük bir değişiklik çıktılarda devasa değişiklikler üretebilir. Lorenz’in bilgisayar dünyasında, bu durum, dünyanın bir tarafında kanatlarını çırpan bir kelebeğin, dünyanın başka bir tarafında bir kasırgaya yol açmasına denk düşüyordu. Buradan çıkarılabilecek sonuç şudur: hava durumunu belirleyecek kuvvetler ve süreçler bu kadar karmaşık olduğuna göre, önümüzdeki kısa zaman diliminin ötesinde bir hava tahmini asla yapılamaz. Gerçekte, dünyadaki en büyük hava tahmin bilgisayarı olan Avrupa Orta-vadeli Hava Tahmini Merkezindeki bilgisayar saniyede 400 milyon hesaplama yapabilir. Bu bilgisayar dünyanın her tarafından her gün 100 milyon farklı hava ölçümü almakta ve on günlük bir tahmin yapabilmek için kesintisiz üç saat boyunca bu verileri işlemektedir. Yine de iki ya da üç günün ötesinde yapılan tahminler spekülatiftir, altı ya da yedi günü aşan tahminler ise hiçbir değer taşımaz. O halde kaos teorisi, karmaşık nonlineer sistemlerin öngörülebilirliğine belli sınırlar koyar. Buna rağmen Gleick ve diğerlerinin, kelebek etkisine, sanki bu, kaos teorisine tuhaf bir mistik esrar şırınga ediyormuşçasına bu denli dikkat sarf etmesi tuhaftır. Matematiksel olarak kesin bir biçimde modellenmemiş bile olsa, şurası yeterince ortaya konulmuştur ki, benzer diğer karmaşık sistemlerde de girdilerdeki küçük bir değişiklik çıktılarda büyük farklılıklar üretebilir, bir “nicelik” birikimi “niteliğe” dönüştürülebilir. Örneğin insan ile şempanzelerin temel genetik yapılarında yalnızca yüzde ikiden daha az bir farklılık vardır; moleküler kimyanın kavramlarıyla miktarı belirlenebilecek olan bir farklılıktır bu. Yine de genetik “kodu” canlı bir hayvana dönüştürmekteki karmaşık, nonlineer süreçlerde bu küçük farklılık bir varlık ile bir başka varlık arasındaki farklılık anlamına gelir. Marksizm kendisini tüm nonlineer sistemlerin belki de en karmaşığı olan, insan toplumuna uygular. Sayısız bireyin muazzam etkileşimiyle, politika ve ekonomi öylesine karmaşık bir sistem oluşturur ki, onun yanında gezegenlerin hava sistemleri kurulu bir saat gibidir. Bununla birlikte, diğer “kaotik” sistemlerde olduğu gibi, toplum da bilimsel olarak ele alınabilir; tıpkı hava durumunda olduğu gibi, sınırlar anlaşıldığı sürece. Ne yazık ki, Gleick’ın kitabı kaos teorisinin politika ve ekonomiye uygulanışı konusunda açık değildir. Gleick, Mandelbrot tarafından yapılan bir deneyi aktarır. Mandelbrot, New York borsasındaki pamuk fiyatlarının yüz yıl boyunca geçirdiği değişimleri IBM’deki bilgisayarına girmişti. “Tek tek ele alındığında her fiyat değişikliği gelişigüzel ve öngörülemez bir nitelik taşıyordu” diye yazar. “Bununla birlikte değişiklik dizileri ölçeğe tâbi değildi: günlük fiyat değişimlerini ve aylık fiyat değişimlerini gösteren eğriler birbiriyle tamamen örtüşüyordu ... değişim derecesi, iki dünya savaşı ve bir ekonomik depresyon görüp geçirmiş fırtınalı bir altmış yıllık dönem boyunca sabit kalmıştı.”[2] Bu pasaj gözü kapalı kabul edilemez. Belli sınırlar içerisinde, diğer modellerde ya da kaotik sistemlerde de teşhis edilen aynı matematiksel desenleri görmenin mümkün olduğu belki doğrudur. Ancak insan toplumunun ve ekonominin neredeyse sınırsız karmaşıklığı dikkate alındığında, savaşlar gibi büyük olayların bu desenleri bozmayacağı düşünülemez. Marksistler toplumun bilimsel incelemeye uygun olduğunu savunurlar. Ortada yalnızca şekilsizlik görenlerin aksine Marksistler insanın gelişimine, maddi güçlerden ve sınıflar vs. gibi toplumsal kategorilerin bilimsel bir tanımlanışından hareketle yaklaşırlar. Eğer kaos biliminin gelişimi bilimsel yöntemin politikada ve ekonomide de geçerli olduğu şeklinde bir kabule yol açıyorsa, bu gerçekten de onun önemli bir artısıdır. Ne var ki Marx ve Engels’in her zaman farkında olduğu gibi, uğraştıkları konu kesin olmayan bir bilimdir, yani ancak genel eğilimlerin ve gelişmelerin izi sürülebilir, tüm etkilerin ve tüm koşulların ayrıntılı ve derin bir bilgisi mümkün değildir. Pamuk fiyatları örneğine rağmen, Gleick’ın kitabı bu Marksist görüşün yanlış olduğuna dair herhangi bir kanıt sunmuyor. İnceleyebileceği 100 yıllık veri birikimi mevcutken Mandelbrot’un neden yalnızca 60 yıllık fiyatlarda güya bir desen gördüğünün herhangi bir açıklaması gerçekte yapılmıyor. Dahası kitabın başka bir yerinde Gleick şunu ekliyor: “İktisatçılar piyasada garip çekiciler arayıp durdular ama bugüne kadar bulamadılar.” Ekonomi ve politika alanlarındaki bariz sınırlamalara rağmen yine de şurası açıktır ki, rastlantısal ya da kaotik sistemler olarak düşünülmüş olan şeylerin matematiksel olarak “evcilleştirilmesi” bir bütün olarak bilim açısından derin anlamlara sahiptir. Bu, geçmişte büyük ölçüde sınırlarımızın dışında kalan süreçlerin incelenmesi açısından pek çok yeni ufuk açmaktadır. İşbölümü Rönesansın büyük bilimcilerinin temel özelliklerinden biri, bütünsel insanlar olmalarıydı. Çok yönlü bir gelişime sahiplerdi ve bu yönleri meselâ Leonardo da Vinci’nin büyük bir mühendis, matematikçi ve mekanisyen olması kadar bir sanat dehası olmasını da mümkün kılıyordu. Aynı şey Dürer, Machiavelli, Luther ve çok sayıdaki diğerleri için de geçerliydi. Engels’in dediği gibi: O zamanın kahramanları henüz işbölümünün kölesi durumunda değillerdi, onların haleflerinde çok sık karşımıza çıkan şey, tek boyutluluğu üretmesiyle bu işbölümünün sınırlayıcı etkileridir.[3] İşbölümü kuşkusuz üretici güçlerin gelişiminde zorunlu bir rol oynar. Ne var ki kapitalizmde bu durum kendi karşıtına dönüşmeye başladığı bir uç noktaya kadar gerçekleşmiştir. Kafa ve kol emeği arasındaki aşırı bölünme, bir yanda milyonlarca insanın akıl almaz derecede ağır ve bunaltıcı bir iş yaşamına mahkûm edilmesi ve her insanda saklı olan yaratıcılığı ve icat yeteneğini sergileme olanağından mahrum edilmesi anlamına gelmektedir. Öteki aşırı uçta ise, “bilim ve kültür bekçileri” unvanını kendi kişisel hakkı olarak gören bir tür entelektüel papazlık kastının gelişimiyle karşı karşıyayız. Bu insanların toplumun gerçek yaşantısından uzak kalması ölçüsünde, bu durum onların bilincinde olumsuz bir etki yaratmaktadır. Bunlar tümüyle dar ve tek yanlı bir yolda gelişmektedirler. Yalnızca “sanatçıları” bilimcilerden ayıran bir uçurum değildir söz konusu olan, bilim camiasının kendisi de, daralan uzmanlaşma alanlarında gitgide artan bölünmelerle parçalanmaktadır. Tam da fizik, kimya ve biyoloji arasındaki “sınır çizgilerinin” silinmeye başladığı bir anda, örneğin fiziğin farklı dallarını birbirinden ayıran uçurumun üzerine bir köprünün bile neredeyse yapılamaz hale gelişi ironiktir. James Gleick durumu şu şekilde açıklıyor: İşe dışarıdan bakan bazı kimseler, bilim camiasının kendi içinde ne kadar dar kapsamlı bir bölünmüşlük gösterdiğini fark etmiş, bilim disiplinlerini sanki zırhlı bir savaş gemisinde birinden diğerine su geçmemesi için özel kapılarla ayrılmış bölmelere benzetmişlerdir. Biyologlara matematik literatürünü yakından takip etmeksizin okumak yetmektedir; bununla bitse iyi, moleküler biyologlara da popülasyon biyolojisini yakından takip etmeksizin okumak yetmektedir, fizikçilerin ise zamanlarını geçirmek için meteoroloji bültenlerini incelemekten daha önemli işleri var. Kaos teorisinin ortaya çıkışı, bilim camiasının içinde son yıllarda bir şeylerin değişmeye başladığının göstergelerinden biridir. Farklı alanlardan bilimciler, her nasılsa bir kör noktaya gelip dayandıklarını giderek artan ölçüde hissediyorlar. Yeni bir yön bulmak gerekiyor. Bu nedenle kaos matematiğinin doğuşu, Engels’in söylediği gibi, doğanın diyalektik karakterinin bir kanıtı, gerçekliğin tümüyle dinamik sistemlerden hatta tek bir bütün sistemden oluştuğunun ve (ne kadar yararlı olursa olsun) bu sistemlerden soyutlanmış modellerden oluşmadığının bir hatırlatıcısıdır. Kaos teorisinin temel özellikleri nelerdir? Gleick bu özellikleri şöyle tanımlıyor: “Bazı fizikçilere göre, kaos bir durumdan çok bir sürecin, varlıktan çok oluşumun bilimidir.” “Bunlar, bilimde indirgemeciliğe –sistemlerin bu sistemi oluşturan parçalar (kuarklar, kromozomlar, ya da nötronlar) aracılığıyla analizi– dönük eğilime sırt çevirdiklerini düşünüyorlar. Bütünü aradıklarına inanıyorlar.” Diyalektik materyalizm yöntemi, tam da “durumdan çok sürece, varlıktan çok oluşuma” bakmaktır. “Geçen on yılda, eski indirgemeci yaklaşımların bir kör noktaya gelip dayandığı duygusu gittikçe artan sayıda insan tarafından hissedilmeye başlamış ve en boyun eğmez fizik bilimcilerinin bazıları bile dünyanın gerçek karmaşıklığını ihmâl eden matematiksel soyutlamalardan illallah demişlerdi. Yeni bir yaklaşım için yarı bilinçli bir biçimde el yordamıyla ilerler görünüyorlardı –ve süreç içerisinde, geleneksel sınırları yıllardır yapmadıkları şekilde kaldırıp atmakta olduklarını düşündüler. Belki de yüzyıllardır.”[4] Kaos, dinamik sistemlerin ayrı parçalarından ziyade bütününün bilimi olduğundan, aslında diyalektik görüşün bilinçsizce haklı çıkarılması demektir. Şimdiye dek, bilimsel araştırma, kendisini oluşturan parçalara çok fazla ayrılmıştı. “Parçaların” peşinden koşan bilim uzmanları hiç de nadir olmayan bir biçimde “bütünü” hepten unutacak kadar uzmanlaşırlar. Bu nedenle deney ve teorik akıl yürütme gerçeklikten gittikçe uzaklaştı. Yüz yıldan fazla bir süre önce Engels, şeyleri yalıtılmış halleriyle, bütünü unutarak ele alan metafizik yöntemin darlığını eleştirmişti. Kaos teorisi savunucularının kalkış noktası, “indirgemecilik” olarak adlandırdıkları bu metafizik yönteme duyulan tepkiydi tam da. Engels, doğanın incelenişinin ayrı disiplinlere “indirgenmesinin” belli ölçülerde zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu açıklamıştı. Doğayı veya insanlık tarihini veyahut bizzat kendi entelektüel faaliyetimizi iyice ele alıp incelersek, ilk göreceğimiz şey, hiçbir şeyin olduğu gibi, olduğu yerde ve olduğu şekliyle kalmadığı, her şeyin hareket ettiği, değiştiği, olduğu ve yok olduğu, sonu olmayan bir bağlantılar yumağı tablosudur... Ama bu kavrayış, bir bütün olarak olgular tablosunun genel karakterini ne kadar doğru ifade ederse etsin, bu tabloyu oluşturan ayrıntıları açıklamaya yetmez ve bunu yapamadığımız sürece, tüm tablo hakkında net bir fikrimiz olamaz. Bu ayrıntıları anlamak için, onları kendi doğal ya da tarihsel bağlantılarından ayırmak ve her birini kendi doğalarına, özel neden ve sonuçlarına göre ayrı ayrı incelemek zorundayız. Ama Engels’in yeterince uyarıda bulunduğu gibi, “indirgemeciliğe” geri dönüş diyalektik olmayan bir görüşe ya da metafizik düşüncelere de yol açabilir. Doğanın tekil parçalarına ayrıştırılması, farklı doğal süreçlerin ve nesnelerin belirli sınıflar halinde bölümlenmesi, organik varlıkların iç anatomisinin kendi çeşitliliği içinde incelenmesi: doğa hakkında edindiğimiz bilgilerimizde son dört yüz yıl boyunca kaydedilmiş bulunan muazzam adımların temel koşulları işte bunlardır. Ama bu bize, doğal nesneleri ve süreçleri yalıtılmış olarak, genel bağlamlarından kopartılmış olarak gözleme alışkanlığını; yani onları hareketleri içerisinde değil de durgun hallerinde; özü itibariyle değişken unsurlar olarak değil de değişmez unsurlar olarak; yaşamları içinde değil de ölümleri içinde gözlemleme alışkanlığını miras bırakmıştır.[5] Şimdi bunu Gleick’ın kitabındaki şu pasajla karşılaştırın: Bilimciler nesneleri parçalara ayırırlar ve her birine tek tek bakarlar. Eğer atomaltı parçacıkların etkileşimini incelemek isterlerse, ikisini ya da üçünü bir araya getirirler. Burada epey karışıklık vardır. Halbuki kendi kendine benzeme gücü, karmaşıklığın çok daha üst düzeylerinde başlar. Bu, bütüne bakabilme sorunudur.[6] Eğer “indirgemecilik” sözcüğünün yerine “metafizik düşünme tarzı” sözcüğünü geçirirsek, temel fikrin aynı olduğunu görürüz. Şimdi Engels’in indirgemecilik (“metafizik yöntem”) eleştirisinden hangi sonucu çıkardığına bakalım: Şeyleri ve onların yansıması olan, düşünceleri, esas olarak karşılıklı bağlantıları, birbirini takip edişleri, hareketleri, doğumları ve ölümleri içinde kavrayan diyalektik için, yukarıda bahsettiğimiz türde süreçler, bizzat onun ele alınış yönteminin birer doğrulanışıdırlar. Doğa, diyalektiğin deneme tahtasıdır ve modern doğa bilimi için şu söylenmelidir ki, doğa, bu deneme tahtası için son derece zengin ve gün be gün artan materyaller sağlamakta ve böylelikle son tahlilde doğal sürecin metafizik değil diyalektik olduğunu kanıtlamış bulunmaktadır... Fakat diyalektik düşünmeyi öğrenmiş olan bilimciler hâlâ parmakla sayılabilecek kadar azdır ve bu nedenle yapılan keşiflerle eski geleneksel düşünme tarzı arasındaki ihtilâf, teorik doğa bilimlerine bugünlerde egemen olan ve hem öğretmenleri hem öğrencileri, hem yazarları hem okurları umutsuzluğa sürükleyen sınırsız kafa karışıklığını açıklar.[7] Yüz yıldan fazla bir süre önce yaşlı Engels fiziksel bilimlerin bugünkü durumunu tam bir kesinlikle betimlemektedir. Bu husus, Ilya Prigogine (1977 Nobel kimya ödülünün sahibi) ve Isabelle Stengers tarafından, Kaostan Düzene, İnsanın Tabiatla Yeni Diyaloğu adlı kitaplarında takdir edilmiştir, şöyle yazıyorlar: Belli bir dereceye kadar, bu ihtilâfla (Newton fiziği ile yeni bilimsel düşünceler arasındaki) diyalektik materyalizmi ortaya çıkartan ihtilâf arasında bir benzerlik vardır. ... Materyalizmin ayrılmaz bir parçası olarak doğanın bir tarihi olduğu düşüncesi, Marx tarafından ve ayrıntılarıyla da Engels tarafından ileri sürülmüştü. Fizikteki çağdaş gelişmeler, tersinmezlik tarafından oynanan yapıcı rolün keşfi, böylece, uzun zaman önce materyalistler tarafından sorulan bir soruyu doğa bilimleri çerçevesi içinde de ortaya koydu. Onlara göre, doğayı kavramak, onu, insanı ve insan toplumlarını üretme yeteneğinde olan bir şey olarak kavramak anlamına geliyordu. Üstelik Engels Doğanın Diyalektiği’ni yazdığı sıralarda, fiziksel bilimler, mekanik dünya anlayışını reddetmiş ve doğanın tarihsel gelişimi düşüncesine yaklaşmış gibi görünüyordu. Engels üç temel keşiften bahseder: Enerji ve onun nitel dönüşümlerine hükmeden yasalar, yaşamın temel taşı olarak hücre ve Darwin’in türlerin evrimini keşfi. Bu büyük keşiflerin ışığında Engels, mekanik dünya görüşünün ölmüş olduğu sonucuna çıkmıştı.[8] Bilim ve teknolojideki tüm harika gelişmelere rağmen köklü bir keyifsizlik duygusu söz konusudur. Artan sayıda bilimci yaygın geleneklere karşı isyan etmeye ve karşılarındaki sorunlara yeni çözümler aramaya başlamıştır. Bunun bilimde er ya da geç, yaklaşık yüz yıl önce Einstein ve Planck tarafından gerçekleştirilene benzer bir yeni devrimle sonuçlanacağı kesindir. Bizzat Einstein’ın bilim kuruluşlarının üyesi olmaktan uzak duruşu anlamlıdır. Şunları söylüyor Gleick: Yirminci yüzyılın büyük kısmının ana eğilimi, gittikçe artan enerji düzeylerinde, gittikçe küçülen ölçeklerde ve gittikçe kısalan zaman dilimlerinde maddenin yapı taşı olan blokları araştıran parçacık fiziği olmuştur. Parçacık fiziğinden, doğanın temel kuvvetleri ve evrenin kökenine dair teoriler çıktı. Oysa bazı genç fizikçiler, bu en prestijli bilim dalının yöneliminden gittikçe artan bir memnuniyetsizlik duydular. İlerleme ağır aksak bir hal almaya, yeni parçacıkların adlandırılması saçma sapan olmaya, teorinin yapısı da arapsaçına dönmeye başlamıştı. Kaosun ortaya çıkışında, genç bilimciler fiziğin tümü açısından bir rota değişikliğinin başlangıcını gördüklerine inandılar. Onlara göre meydan uzun zamandır yüksek enerjili parçacıklar ve kuantum mekaniğinin parıltılı soyutlamalarıyla doluydu. Kaos ve Diyalektik Kesin bir kaos teorisi görüşünü şekillendirmek için henüz çok erken. Ne var ki, bu bilimcilerin diyalektik doğa görüşü doğrultusunda el yordamıyla ilerlemekte oldukları çok açıktır. Meselâ niceliğin niteliğe dönüşümü (ve tersi) diyalektik yasası kaos teorisinde belirgin bir rol oynar: Von Neumann, karmaşık bir dinamik sistemin kararsızlık noktaları –yani küçük bir dokunuşun büyük sonuçlarının olabileceği kritik noktalar, bir tepenin üstünde dengede duran bir topun durumunda olduğu gibi– olabileceğini kavramıştı. Ve yine: Gerçek hayatta olduğu gibi bilimde de, birtakım zincirleme olaylarda, küçük değişiklikleri büyütebilecek kriz noktalarının bulunduğu gayet iyi bilinir. Kaos ise bu noktaların her yerde olduğu anlamına geliyordu. Noktalar her tarafa yayılmışlardı.[9] Bu ve birçok başka pasaj, diyalektik ile kaos teorisinin belli yönleri arasında çarpıcı bir benzerliği açığa çıkarıyor. Oysa en inanılmaz şey şudur ki, “kaosun” öncülerinin büyük bir çoğunluğunun yalnızca Marx ve Engels’in yazılarından değil Hegel’inkilerden de en ufak haberleri yokmuş gibi görünür! Bir anlamda bu durum, diyalektik materyalizmin doğruluğunun çok daha çarpıcı bir kanıtını teşkil eder. Ama diğer açıdan, yeterli bir felsefi çerçeve ve metodolojinin bunca zamandır ve gereksiz yere bilimden esirgendiği düşüncesi de düş kırıcıdır. 300 yıldır fizik lineer sistemlere dayandırılmıştı. Lineer kavramı, eğer böyle bir denklemi bir grafik üzerinde gösterirseniz düz bir doğrunun ortaya çıkacağı anlamına gelir. Gerçekte, doğanın büyük bir bölümü tam da bu şekilde işliyormuş görünür. Klasik mekaniğin doğayı yeterince tarif edebilmesinin nedeni budur. Ne var ki, doğanın büyük bir bölümü lineer değildir ve lineer sistemler aracılığıyla anlaşılamaz. Beyin şüphesiz lineer bir tarzda işlemez, kaotik yükseliş ve çöküş döngüleriyle ekonomi de öyle. Nonlineer bir denklem düz bir doğruyla ifade edilmez, gerçekliğin düzensiz, çelişkili ve çoğu durumda kaotik doğasını dikkate alır. Tüm bunlar kozmologlar hakkında kendimi çok kötü hissetmeme yol açıyor, bu adamlar bizlere, evrenin kökenlerini bulduklarını, bu işi oldukça iyi becerdiklerini, tek istisnanın ilk milisaniye ya da Büyük Patlama anı olduğunu anlatıp duruyorlar. Zaten katı bir monetarizm dozunun hepimize iyi geleceğine yemin billâh eden politikacılar da, birkaç milyon işsizin yalnızca küçük bir hıçkırık olarak değerlendirilmesi gerektiğinden emin değiller mi? Matematiksel ekolojist Robert May de 1976’da benzer hisleri seslendirmişti. “Eğer daha fazla insan, yalnızca araştırma alanında değil, politika ve ekonominin günlük dünyasında da basit sistemlerin mutlaka basit dinamik özelliklere sahip olmadığını kavramış olsaydı, hepimiz daha iyi bir durumda olurduk.”[10] Modern bilimin sorunları, bilinçli bir diyalektik yöntemi (bilinçsiz, gelişigüzel, ampirik bir yöntemin zıttı olan) benimsemekle çok daha kolay çözülebilirlerdi. Kaos teorisinin genel felsefi anlamının kaos bilimcileri tarafından tartışılmakta olduğu açıktır. Gleick, kaosun, “sahip olduğu her dinamik olanağı rastlantısal olarak keşfetmek üzere serbest kalmış sistemler” anlamına geldiğini söylediğinden Ford’a “kendini ilân eden bir kaos misyoneri” olarak atıfta bulunur. Diğerleri ise görünüşte rastlantısal sistemlere atıfta bulunuyorlar. Belki de en iyi tanım Yale’deki teorik fizikçi Jensen’den geliyor. Jensen, “kaosu”, “deterministik, nonlineer dinamik sistemlerin düzensiz, öngörülemez davranışı” olarak tanımlıyor. Yeni bilim, Ford’un yapıyor göründüğü gibi rastlantılılığı bir doğa ilkesi haline getirmektense, tam tersini yaparak, inkâr edilemez bir şekilde gösteriyor ki, rastlantısal olduğu düşünülen süreçler (günlük amaçlarımız bakımından halen öyle düşünülebilirler) yine de altta yatan bir determinizm tarafından –18. yüzyılın kaba determinizmi tarafından değil, diyalektik determinizm tarafından– güdülenmektedir. Yeni bilime ilişkin ileri sürülen iddialardan bazıları çok görkemlidir ve belki de yöntem ve tekniklerin gelişmesi ve rafine hale getirilmesiyle birlikte bu iddiaların doğru olduğu kanıtlanabilir. Bu bilimin savunucularından bazıları işi 20. yüzyılın üç şeyle anılacağını söylemeye kadar götürüyorlar: Görelilik, kuantum mekaniği ve kaos. Albert Einstein, kuantum teorisinin kurucularından biri olmasına karşın, deterministik olmayan bir evren fikrine asla rıza göstermemişti. Fizikçi Neils Bohr’a gönderdiği bir mektubunda, “Tanrı zar atmaz” diye diretmişti. Kaos teorisi, yalnızca Einstein’ın bu noktada haklı olduğunu göstermekle kalmamış, daha teori emekleme dönemindeyken bile, yüz yıldan fazla bir süre önce Marx ve Engels tarafından öne sürülen temel dünya görüşünün harikulade bir kanıtı olduğunu göstermiştir. Gittikçe çıkmaza giren “lineer” metodolojiden kopmaya ve sürekli değişen tabiatın türbülanslı gerçekliğiyle çok daha uyumlu yeni bir “nonlineer” matematik geliştirmeye çaba gösteren kaos teorisinin bunca taraftarının, mantık alanında iki bin yıl boyunca gerçekleşen yegâne gerçek devrimden bütünüyle habersiz oluşu hakikaten şaşırtıcıdır: Hegel tarafından ayrıntılarıyla geliştirilen ve ardından Marx ve Engels tarafından bilimsel ve materyalist bir temelde kusursuzlaştırılan diyalektik mantık. Eğer bilimciler, tabiatın dinamik gerçekliğiyle her adımda çatışan değil de bu gerçekliği sahiden yansıtan bir metodolojiyle donanmış olsalardı, kim bilir bilim alanında patlak veren kaç hatadan, çıkmaz sokaktan ve bunalımdan kaçınılabilirdi! [1] Engels, Anti-Dühring, s.16. [Anti-Dühring, s.55-56] [2] J. Gleick, Chaos, s.86. [Kaos, s.97] [3] Engels, The Dialectics of Nature, s.31. [Doğanın Diyalektiği, s.33] [4] J. Gleick, Chaos, s.31, 5, 11 ve 61-2. [Kaos, s.28, VI, VII-VIII, bulunamadı] [5] Engels, Anti-Dühring, s.24-5. [Anti-Dühring, s.71] [6] J. Gleick, Chaos, s.115. [Kaos, s.136] [7] Engels, Anti-Dühring, s.29. [Anti-Dühring, s.73-74] [8] Prigogine ve Stengers, Order Out of Kaos, s.252-3. [Kaostan Düzene, s.300] [9] J. Gleick, Chaos, s.6, 18-9 ve 23. [Kaos, s.VIII-IX, 12, 18] [10] I. Stewart, Does God Play Dice?, s.21.