13. AKLIN DOĞUŞU Share Tweet Beyin Bulmacası “Organik doğa ölü doğadan çıkıp gelişti; canlı doğa düşünmeye yetenekli bir form üretti. Önce düşünme yeteneğinde olmayan madde vardı; ondan, düşünen madde, yani insan çıktı. Eğer durum buysa –ve doğa bilimlerinden biliyoruz ki öyledir– aklın maddenin anası olmadığı, maddenin aklın anası olduğu açıktır. Çocuklar asla ebeveynlerden daha yaşlı olamazlar. «Akıl» sonra gelir, ve bu yüzden onu döl olarak görmeliyiz, ebeveyn olarak değil ... madde düşünen insanın belirmesinden önce vardı; herhangi türden bir «akıl» dünya yüzeyinde belirmeden çok önce dünyanın kendisi vardı. Başka bir deyişle madde nesnel olarak, «akıl»dan bağımsız olarak vardır. Ama «akıl» denilen ve hiçbir zaman ve hiçbir yerde maddesiz varolmayan psişik olgular asla maddeden bağımsız olmadılar. Düşünce beyin olmaksızın varolamaz; arzu eden bir organizma olmadan arzular imkânsızdır... Diğer bir deyişle, psişik olgular, yani bilinç olgusu, yalnızca belirli bir tarzda örgütlenmiş maddenin bir özelliği, bu maddenin bir «fonksiyonudur».” (Nikolay Buharin) “Beyin mekanizmalarının yorumlanışı, biyolojinin son gizemlerinden birini, gölgeli mistisizmin ve şaibeli dinsel felsefenin son sığınağını temsil etmektedir.” (Steven Rose) Gördüğümüz gibi, felsefenin merkezi konusu, yüzyıllardır düşünce ve varlık arasındaki ilişki sorunu olmuştur. Şimdi nihayet, bilimin attığı büyük ileri adımlar, aklın gerçek doğasına ve nasıl işlediğine ışık tutmaya başlıyor. Bu ilerlemeler, materyalist bakışın çarpıcı bir doğrulanışını sunar. Özellikle beyin ve nörobiyoloji hakkında yürüyen tartışmalarda durum budur. İdealizmin son sığınağı saldırıya uğramaktadır. Ama bu saldırı, idealistleri inatçı bir direniş göstermekten alıkoymuyor: Yaratılışın bu madde-dışı öğesini araştırmak imkânsız hale geldiğinde, çoğu kimse bu işi bıraktı. Yalnızca maddenin gerçek olduğunu düşünmeye başladılar. Ve böylelikle en derin düşüncelerimiz, kimya yasalarına göre işleyen beyin hücrelerinin ürünlerine indirgendi... Düşünceye eşlik eden elektriksel beyin sinyallerini inceleyebiliriz, ama Platon’u sinir pulslarına ya da Aristoteles’i alfa-dalgalarına indirgeyemeyiz... Fiziksel hareketlerin betimlemeleri asla bu hareketlerin anlamını açığa çıkarmayacaktır. Biyoloji ancak, nöronlar ve sinapsların kapalı dünyasını inceleyebilir.[1] “Akıl” dediğimiz şey beynin varoluş tarzından başka bir şey değildir. Milyonlarca yıllık evrimin ürünü olan muazzam ölçüde karmaşık bir olgudur. Beyin ve sinir sisteminde gerçekleşen karmaşık süreçleri ve bir o kadar karmaşık olan zihinsel süreçlerle çevre arasındaki karşılıklı ilişkileri çözümlemekteki zorluk, düşüncenin doğasını doğru bir biçimde anlamamızın yüzyıllarca gecikmesine neden oldu. Bu durum, idealistlerin ve ilâhiyatçıların, bedende geçici olarak konaklamak üzere tasarlanmış maddesel olmayan bir öz olarak düşünülen “ruh”un mistik addedilen doğası üzerine spekülasyonlar yapmalarına olanak tanıdı. Modern nörobiyolojinin atılımları, idealistlerin nihayet son sığınaklarından da kovulmaları anlamına gelir. Beyin ve sinir sisteminin sırlarını çözmeye başladıkça, aklı, doğa-üstü etkenlere başvurmaksızın, beyin faaliyetlerinin toplamı olarak açıklamak giderek daha kolay hale gelmektedir. Nörobiyolog Steven Rose’un sözleriyle, akıl ve bilinç “insanoğlunun ortaya çıkışı yolunda bir dizi evrimsel değişim içinde gelişen özgün beyin yapılarının evriminin kaçınılmaz sonucudur… Bilinç, kendine özgü bir karmaşıklık düzeyinin ve serebral kortekse* ait sinir hücreleri (nöronlar) arasındaki etkileşim derecesinin evriminin bir sonucudur. Bunun aldığı biçim her bireyde, bireyin çevresiyle ilişkisi içerisinde gelişimi tarafından büyük ölçüde değiştirilmiş olsa da durum budur.”[2] Akıl – Bir Makine mi? İnsan beyninin kavranışı, modern bilimin doğuşu ve kapitalist toplumun ortaya çıkışından bu yana geçen son 300 yılda önemli ölçüde değişti. Beyinin algılanış tarzı, tarihsel olarak, mevcut dinsel ve felsefi önyargılarla bezenmiştir. Kilise için akıl “Tanrının evi” idi. 18. yüzyılın mekanik materyalizmi, aklı saat mekanizması gibi işleyen bir makine olarak görüyordu. Son zamanlarda ise akıl, olasılıksal olayların olası olmayan bir toplamı olarak tanımlanmıştır. Katolik ideolojinin her şeye egemen olduğu Ortaçağda ruhun bedenin bütün parçalarına sızmış olduğu söylendi; beyin, beden, akıl ya da madde ayrıştırılamazdı. Copernicus, Galileo ve nihayet Newton ve Descartes’ın mekanik materyalist görüşlerle ortaya çıkmasıyla bu bakış açısında bir kayma oldu. Descartes için dünya makine benzeri bir şey ve canlı organizmalar da yalnızca özel tipte saatimsi ya da hidrolik makinelerdi. Bilime egemen olan ve makineyi canlı organizmalar için bir model olarak alan özgün bir dünya görüşünü meşrulaştıran temel metafor işlevi gören de bu Kartezyen makine imgesidir. Beden, parçalara ayrıldığında özsel niteliğini yitiren ayrıştırılamaz bir bütündür. Tam tersine, makinelerse, anlaşılmaları için sökülebilirler ve sonra tekrar bir araya getirilebilirler. Her parça ayrı ve çözümlenebilir bir işlevi yerine getirir, ve bütün, birbiri üzerine etkisi olan ayrı parçaların işleyişiyle tanımlanabilen düzenli bir tarzda işler. Beyin imgesi her aşamada, o dönemin biliminin sınırlarını sadakatle yansıtmıştır. 18. yüzyılın mekanik dünya görüşü günün en ileri biliminin mekanik olduğu gerçeğini yansıtıyordu. Büyük Newton tüm evreni mekaniğin yasalarıyla açıklamamış mıydı? O halde neden insan bedeni ve aklı başka tarzda işliyor olsundu? Descartes insan bedenini bir tür kendi kendine işleyen makine olarak tanımladığında bu bakış açısını benimsemişti. Ama Descartes dindar bir Katolik olduğundan, ölümsüz ruhun bu makinenin bir parçası olduğunu kabul edemezdi. Ruh, beynin pineal bezi denilen özel bölgesinde yer alan bütünüyle ayrı bir şeydi. Ruh, bedendeki geçici konaklamasını sürdürdüğü beynin bu kuytu köşesinden, makineye hayat veriyordu. Steven Rose şöyle diyor: Batı bilimsel düşüncesindeki kaçınılmaz ama ölümcül kopukluk böylelikle gelişti. Descartes’ta ve onun takipçilerinde “düalizm” olarak bilinen bu dogma, göreceğimiz gibi, insanların sonuçta moleküllerin hareketinden “başka bir şey olmadığını” kabul etmek istemeyen her türden indirgemeci materyalizmin kaçınılmaz sonucu olan bir dogmaydı. Düalizm, dinin ve indirgemeci bilimin iki yüzyıl boyunca ideolojik üstünlük elde ederek diğerini alt etmek için kaçınılmaz olarak büyük bir çekişme içine girmelerini mümkün kılan mekanizmin paradoksuna bir çözümdü. O günün kapitalist düzeniyle uyumlu bir çözümdü bu, çünkü bu bakış açısı, işgünlerinde, insanların nesneleştirilmiş ve çelişkisizce sömürülme yeteneğinde olan salt birer fiziksel mekanizma olarak görülmesini mümkün kılıyordu. Beri yandan Pazar günlerinde, bedenin çalıştığı günlerde maruz kaldığı travmalardan etkilenmeyen, sınırlanmamış ve bedensiz bir ruhun ölümsüzlüğü ve özgür iradesi ileri sürülerek ideolojik kontrol pekiştirilebilirdi.[3] 18. ve 19. yüzyıllarda aklın “makinedeki hayalet” biçimindeki tasarımı değişti. Elektriğin keşfiyle beyin ve sinir sistemi bir elektrik şebekesi olarak algılandı. Yüzyıl dönümünde, beynin farklı organlardan gelen mesajları işlediği telefon santrali analojisi doğdu. Kitlesel üretim çağıyla birlikte de, bir çocuk ansiklopedisindeki şu alıntıda tipikleşen, iş organizasyonu modeli çıka geldi: Beynimizi büyük bir şirketin yönetim birimi olarak düşünün. O, burada gördüğümüz gibi bölümlere ayrılmıştır. Merkez ofisteki büyük masada tüm bölümlere telefon hatlarıyla bağlı olan Genel Müdür –kendi bilinciniz– oturur. Çevrenizde baş yardımcılarınız vardır; görme, tatma, koku, duyma ve dokunma gibi Gelen Mesaj Amirleri (son ikisi merkez ofisin arkasında gizlidir). Bu amirlerin yanında da konuşmayı ve kolları, bacakları ve bedenin tüm diğer parçalarını kontrol eden Giden Mesaj Amirleri bulunur. Elbette, sadece en önemli mesajlar sizin ofisinize ulaşır. Kalbi, ciğerleri ve mideyi çalıştırmak gibi rutin görevler ya da kasların çalışmasının küçük ayrıntılarının gözetlenmesi Medulla Oblongatadaki* Otomatik İşlemler Müdürleri ve Beyincikteki Refleks İşlemleri Müdürü tarafından yürütülürler. Tüm diğer bölümler, bilimcilerin serebrum** dedikleri şeyi oluştururlar. Hayret verici hesapları yapabilen bilgisayarın keşfiyle birlikte beyinle paralellik kurulması kaçınılmaz hale geldi. Bilgisayarların bilgi depolama biçimine bellek denildi. Gittikçe daha güçlü bilgisayarlar yapıldı. Bir bilgisayar insan beynine ne kadar yaklaşabilirdi? Nihayet, bilim-kurgu, bilgisayarların insan zekâsını geçtiği ve dünyayı ele geçirmek için savaştıkları Terminatör filmlerini önümüze getirdi. Oysa Steven Rose son kitabında şöyle açıklıyor: Beyin, bilgisayardaki gibi bilgiyle değil anlamla çalışır. Ve anlam, doğal ve toplumsal çevreleriyle etkileşim içindeki bireyler tarafından ifade edilen, tarihsel ve gelişimsel olarak şekillenmiş bir süreçtir. Gerçekten de, belleği incelemenin sorunlarından birisi, onun kesinlikle diyalektik bir olgu olmasıdır. Zira bizler her hatırlayışımızda bazı bakımlardan anılarımız üzerinde işlem yapar ve onları dönüştürürüz; onlar basitçe depodan çağrılıp, bir kez danışılıp, değişmemiş olarak yerlerine konmazlar. Anılarımız onları her hatırladığımızda yeniden yaratılırlar.[4] Beyin Nedir? İnsan beyni, maddenin evriminin ulaştığı en üst noktadır. Fiziksel olarak yaklaşık 1,5 kilogramdır ve birçok insan organından daha ağırdır. Yüzeyi bir ceviz gibi kıvrımlıdır ve soğuk yulaf lapasını andıran bir rengi ve kıvamı vardır. Ne var ki biyolojik olarak son derecede karmaşıktır. Muazzam sayıda, muhtemelen toplam 100 milyar kadar hücre (nöronlar) içermektedir. Fakat her bir nöronun, kendisine destek hizmeti gören glia denen daha küçük hücrelerden oluşan bir topluluk içine gömülü olduğunu keşfettiğimizde bu sayı bile cüce kalır. Beynin büyük bölümünü, iki eşit parçaya bölünmüş olan serebrum oluşturur. Serebrumun yüzeyi korteks olarak adlandırılır. Korteksin büyüklüğü insanı bütün diğer organizmalardan ayırır. Serebrum kabaca belirli vücut fonksiyonlarına karşılık gelen ve algısal bilgiyi işleyen bölgelere ya da loplara ayrılır. Serebrumun arkasında, vücuttaki tüm küçük kas hareketlerini kontrol eden beyincik uzanır. Bu kısımların altında omuriliğin devamı olan kalın bir sap ya da beyin sapı bulunur. Burası, her şeyi beyinle iletişime sokmak üzere, beyinden çıkarak omurilikten geçen ve vücudun tüm sinir sistemine uzanan sinir liflerini taşır. İnsanları diğer hayvanlardan kesin olarak ayıran büyük beyine, esasen, neo-korteks olarak bilinen sinir hücrelerinin ince dış katmanının kalınlaşması yol açmıştır. Ancak bu genişleme beynin tüm bölgeleri için aynı değildir. Planlama ve öngörüyle ilgili olan ön loplar diğer bölgelerden çok daha fazla büyümüştür. Aynı şey, kafatasının arka kısmındaki beyincik için de geçerlidir; beyincik, otomatik beceriler edinme yeteneğiyle ve bisiklet sürme, araba sürerken vites değiştirme ya da pijamanın düğmelerini ilikleme gibi düşünmeksizin yerine getirdiğimiz bir sürü gündelik eylemimizle ilişkilidir. Beynin kendisi, bir kan kaynağından uzak bölgelere besin taşıyan bir dolaşım sistemine sahiptir. Yaşamsal önemi olan oksijen ve glikozu taşıyan kanın büyük bölümünü beyin çeker. Bir yetişkinin beyni vücut ağırlığının %2’sini oluştursa bile, beynin oksijen tüketimi toplam oksijen tüketiminin %20’sidir. Bir bebekte bu %50 gibi büyük bir orandadır. Vücudun glikoz tüketiminin %20’si de beyinde gerçekleşir. Kalp tarafından pompalanan kanın beşte biri beyinden geçer. Sinirler bilgiyi elektriksel olarak iletirler. Bir sinirden geçen sinyal bunu bir elektrik dalgası biçiminde gerçekleşir; yani hücrenin gövdesinden sinir lifinin ucuna ilerleyen bir puls biçiminde. Demek ki beynin dili, sadece miktar açısından değil, frekans açısından da elektriksel uyarımlardan oluşur. Steven Rose şunları söylüyor: Öngörülerimizi dayandırdığımız bilgi, çeşitli dalga boyları ve şiddetteki ışık ve ses dalgaları, sıcaklık dalgalanmaları, derinin belli noktalarındaki basınç, burun ya da dil tarafından saptanan belli kimyasal maddelerin yoğunluğu gibi biçimlerde vücudun yüzeyine ulaşan verilere bağlıdır. Vücut içerisinde bu veriler bir dizi elektriksel sinyallere dönüştürülürler, bu sinyaller özel sinirler üzerinden geçerek merkezi beyin bölgelerine ulaştırılır ve orada birbirleriyle etkileşerek belli tiplerde yanıtlar üretilir. Nöron, bu bilgi aktarımını gerçekleştiren (mesajlar aksonlardan sinapslara ulaşır) çok sayıda özellikten (dendritler, hücre gövdesi, akson, sinapslar) oluşur. Diğer bir deyişle, nöron beyin sisteminin temel birimidir. Her koordine kas hareketinde binlerce motor nöron yer alır. Daha karmaşık hareketlerde milyonlarcası yer alır; her ne kadar bir milyon sayısı bile insan korteksindeki toplam sayının yalnızca yaklaşık yüzde 0,01’ini temsil ediyor olsa da. Ama beyin ayrı parçaların bir montajı olarak düşünülemez. Beyinin ayrıntılı bileşiminin analizi yaşamsal bir önem taşısa bile, bu yöntem ancak bir noktaya kadar işe yarayabilir. “Beynin davranışının betimlenebileceği birçok düzey vardır” diyor Rose. “Atomların kuantum yapısı ya da beyni oluşturan kimyasalların moleküler özellikleri; içindeki tekil hücrelerin elektro-mikrografik görünüşü; karşılıklı etkileşim içindeki bir sistem olarak nöronların davranışı; bu nöronların zaman içinde değişen bir örgü olarak evrimsel ya da gelişimsel tarihi; söz konusu beyne sahip insan bireyinin davranışsal tepkisi; bu insanın aile ya da toplumsal çevresi vb. gibi düzeylerde beynin davranışları betimlenebilir.”[5] Beyni anlamak için, tüm parçalarının karmaşık diyalektik iç bağıntılarını kavramak gerekir. Bir sürü bilim dalını bir araya getirmek gerekir; etnoloji, psikoloji, fizyoloji, farmakoloji, biyokimya, moleküler biyoloji ve hatta sibernetik ve matematik. Beynin Evrimi Antik mitolojide tanrıça Minerva tam donanımlı olarak Jüpiter’in başından çıkıvermiştir. Beyin bu kadar talihli değildi. Bir anda yaratılmış olmak şöyle dursun, beyin, mevcut karmaşık sistemine ancak milyonlarca yıllık bir sürede evrimleşti. Evrimin çok ilkel bir düzeyinde ortaya çıktı. Tek hücreli canlılar belirli davranış kalıpları gösterirler (örneğin, ışığa ya da besinlere doğru hareket). Çok hücreli yaşamın doğuşuyla birlikte hayvan ve bitki yaşamı arasında keskin bir ayrım oluştu. Bitkiler, “iletişim” kurmalarını sağlayan iç sinyal aygıtlarına sahip olsalar da, bitki evrimi, sinirlerin ve beynin evriminden başka yöne döndü. Hayvanlar âleminde hareket, vücudun farklı kısımlarındaki hücreler arasında hızlı bir iletişimi zorunlu kıldı. Tüm gereksinimlerine tek bir hücrenin içinde sahip olan en basit organizmalar kendine yeterlidirler. Hücrenin bir kısmıyla diğer kısımları arasındaki iletişim görece basittir. Öte yandan, çok hücreli organizmalar nitel olarak farklıdırlar ve hücreler arasında uzmanlaşmanın gelişimini mümkün kılarlar. Belirli hücreler öncelikle sindirimle uğraşabilirler, diğerleri koruyucu bir tabaka oluştururlar, diğerleri dolaşımı sağlarlar vs. Kimyasal sinyaller (hormonlar) en ilkel çok hücreli organizmalarda bile mevcuttur. Bu ilkel düzeyde dahi uzmanlaşmış hücreler bulunabilir. Bu, sinir sistemine doğru atılmış bir adımdır. Yassı solucan gibi daha karmaşık organizmalar, nöronların bir ganglionda* kümelendikleri bir sinir sistemi geliştirmişlerdir. Ganglionun, sinirler ve beyin arasındaki evrimsel halka olduğu saptanmıştır. Bu sinir hücresi kümeleri, böceklerde, kabuklu hayvanlarda ve yumuşakçalarda görülürler. Bir kafanın gelişmesi ve göz oyuklarının ve ağzın bu kafada kendilerine bir yer bulmaları, hayvanın hareket etmekte olduğu yön hakkında bilgi edinmesinde bir avantajdır. Bu gelişimle uyumlu olarak bir ganglia grubu yassı solucanın başında kümelenir. Bu kümelenme, ilkel biçimine rağmen beynin evrimini temsil eder. Yassı solucan aynı zamanda, gelişmiş beynin kilit bir özelliği olan öğrenme yeteneği de sergiler. Bu gelişme beynin evrimine giden yolda ileri doğru devrimci bir sıçramayı temsil eder. On yıl kadar önce Amerikalı sinirbilimciler insanlarda bellek oluşumu için gerekli olan temel hücre mekanizmalarının salyangozlarda da mevcut olduğunu buldular. Columbia Üniversitesinden Profesör Eric Kandel, Aplysia Californica denilen bir deniz salyangozunun öğrenme ve bellek yeteneğini inceledi ve bu salyangozların, insanlarda da bulunan bazı temel özellikleri sergilediklerini buldu. Fark şudur ki, insan beyni 100 milyar sinir hücresine sahipken, Aplysia daha büyük boyutlarda ama yalnızca birkaç bin sinir hücresine sahiptir. Bu mekanizmaları bir deniz salyangozuyla paylaşmamız olgusu, idealistlerin insanoğlunu tüm diğer hayvanlardan ayrı ve uzak, bir tür eşsiz yaratık olarak sunmaktaki inatçı çabalarına yeterli bir yanıttır. Beynin hemen hemen her fonksiyonu bir biçimde belleğe bağlıdır. Bu olguyu açıklamak için hiçbir ilâhi müdahaleye gerek yoktur. Doğal süreçler çok tutucu olma eğilimindedirler. Belli fonksiyonları yerine getirmekte yararlılığını kanıtlamış bir uyarlanma bir kez sağlanınca, artık evrim boyunca sürekli olarak tekrarlanır ve evrimsel avantaj sunduğu bir düzeye dek genişletip geliştirilir. Evrim, hayvanların beyinlerinde, özellikle çok büyük beyinlere sahip üst primatlar ve insanlarınkinde birçok yeniliği gündeme getirdi. Aplysia bir şeyi birkaç hafta için “hatırlasa” da, onun belleği yalnızca, insanlarda alışkanlık olarak bilinen bir zihinsel etkinlik düzeyini içerir. Bu tür bir bellek, örneğin nasıl yüzüldüğünü hatırlamada söz konusudur. Beyni hasar görmüş insanlarda yapılan araştırmalar, olguları hatırlama yeteneğinin ve alışkanlıkların beyinde ayrı yerlerde depolandığını göstermektedir. Bir kişi olgu belleğini yitirebilir, ama yine de bisiklet sürebilir. İnsan aklını dolduran anılar, kuşkusuz bir salyangozun sinir sisteminde işleyen süreçlerden sonsuz ölçüde daha karmaşıktır. Beynin süregiden büyümesi, hayvan evriminde büyük bir değişikliği gerektirdi. Eklembacaklıların ya da yumuşakçaların sinir sistemi, temel bir tasarım sorunu nedeniyle daha fazla gelişemez. Sinir hücreleri bağırsak etrafında bir halka biçiminde düzenlenmişlerdir ve eğer genişlerlerse bağırsağı gitgide sıkıştırırlar; örümcekte bu sınır çok keskin bir biçimde açığa çıkar, bağırsak sinir halkası tarafından öyle daraltılmıştır ki, örümcek yiyeceğini yalnızca ince bir sıvı olarak sindirebilir. Bünyeleri kendi ağırlıkları altında parçalanacağı için böcekler belirli bir büyüklüğün ötesinde büyüyemezler. Beyin büyüklüğü fiziksel sınırlarına ulaşmıştır. Korku filmlerindeki dev böcekler bilim-kurgu alanında kalmaya mahkûmdurlar. Beynin daha da gelişmesi sinirlerin bağırsaktan ayrılmasını gerektirir. Omurgalı balığın ortaya çıkması, omurilik ve beynin sonraki gelişim modelini sunar. Kafatası boşluğu büyümüş bir beyni barındırabilir ve sinirler beyinden çıkarak omurga içinden geçip omuriliğin aşağılarına ulaşırlar. Göz çukurlarında optik desenleri sinir sistemine sunabilen görüntü oluşturucu bir göz gelişti. Karada amfibilerin ve sürüngenlerin ortaya çıkışı, ön beyin bölgesinin muazzam gelişimine tanık oldu ki, bu da optik loblar sayesinde gerçekleşti. Yirmi yıl önce, California Üniversitesinden Harry Jerison, beyin büyüklüğünün vücut büyüklüğüyle bağıntılı olduğu fikrini geliştirdi ve bunun evrimsel gelişiminin izini sürdü. Jerison sürüngenlerin 300 milyon yıl önce küçük beyinli olduklarını ve bugün de öyle kalmış olduklarını keşfetti. Dinozorlar da dahil olmak üzere, sürüngenlerin beyin büyüklüğünün vücut büyüklüğüne bağlı olarak çizilen grafiği düz bir çizgi oluşturmuştur. Ne var ki, yaklaşık 200 milyon yıl önce ilk memelilerin evrimi göreli beyin büyüklüğünde bir sıçramaya işaret eder. Bu küçük gece hayvanları ortalama bir sürüngenden dört beş kat daha büyük beyinlere sahiptiler. Bu, büyük ölçüde, yalnızca memelilere özgü olan serebral korteksin gelişimi nedeniyleydi. Beyin yaklaşık 100 milyon yıl aynı göreli büyüklükte kaldı. Sonra, 65 milyon yıl kadar önce, hızlı bir gelişme gösterdi. Roger Lewin’e göre beynin gelişimi 30 milyon yıl içinde “dört ilâ beş kat artmıştı ve en büyük artışlar, ungulatlar (toynaklı memeliler), etoburlar ve primatların evrimiyle çakışmaktaydı.” (New Scientist, 5 Aralık 1992.) Maymunlar, insansı maymunlar ve insanlar evrimleştikçe beyin büyüklüğü daha da arttı. Vücut büyüklüğü dikkate alındığında maymunların beyinleri modern memeli ortalamasının iki ilâ üç katıdır, ama insan beyni altı katıdır. Beynin gelişimi sürekli tedrici bir gelişme değil, kesintiler, başlangıçlar ve sıçramalardan oluşan bir gelişme sergilemiştir. “Kalın fırçalarla çizilmiş bu resim önemli ayrıntıları atlıyorsa da asıl mesaj yeteri kadar nettir;” diyor Roger Lewin, “beynin tarihi, değişim patlamalarıyla kesintiye uğrayan uzun durgunluk dönemlerinden oluşur.” Beynin göreli büyüklüğü, beyin hacminin yüzde 70-80’ini oluşturan bir korteks geliştirerek 3 milyon yıl içinde –evrimsel bir sıçrama– üç katına çıktı. İki ayaklı ilk hominid türü 10 ilâ 7 milyon yıl önce evrimleşti. Ne var ki, insansı maymunlarla aynı düzeyde olan beyinleri görece küçüktü. Ardından, yaklaşık 2,6 milyon yıl önce Homonun doğuşuyla birlikte hızlı bir büyüme gerçekleşti. “Modern insanların atalarının evriminde bir sıçrama gerçekleşti” diyor Kiel Üniversitesinden jeolog Mark Maslin. “Bulunan kanıtlar” diye açıklıyor Lewin, “beyin büyümesinin 2,5 milyon yıl kadar önce, yani taş aletlerin ilk ortaya çıkmasıyla çakışan bir dönemde başladığı hissini veriyor.” Engels’in açıkladığı gibi, emekle birlikte beynin büyümesi ve konuşmanın gelişmesi çıka geldi. İlkel hayvan iletişimi, nitel bir ilerleme olarak dilin yolunu açtı. Bu durum ses tellerinin gelişmesine de bağlı olmalıydı. İnsan beyni, yakın akraba olduğumuz şempanzenin çok ötesinde soyutlamalar ve genellemeler yapma yeteneğindedir. Beynin büyüklüğündeki artış, sinir şebekesinin karmaşıklığının artmasını ve reorganizasyonunu da beraberinde getirdi. Bundan asıl yararlanan, insansı maymunlardakinin altı katı büyüklükte olan korteksin ön kısmı, önyüz bölgesi olmuştur. Büyüklüğü nedeniyle bu bölge, diğer beyin bölgelerinden gelen bağlantıların yerini alarak orta beyne daha fazla lif bağlantısı kurabilir. “Bu durum, dilin evrimi için önemli olabilir” diyor Harvard Üniversitesinden Terrence Deacon, önyüz bölgesinin insanın belli konuşma merkezlerine ev sahipliği yaptığına dikkat çekerek. Bilincin bu gerçekliği, insanlarda kendinin farkına varışta ve düşüncede açığa çıkar. Steven Rose şöyle diyor: Bilincin ortaya çıkışıyla, insanlarla diğer türler arasındaki kritik ayrımı oluşturan, ileriye doğru nitel bir evrim sıçraması olmuştur, böylelikle insanlar çok daha fazla çeşitlenmiş ve diğer organizmalar için mümkün olandan daha karmaşık etkileşimlere maruz kalmıştır. Bilincin doğuşu insanın varoluş tarzını nitel olarak değiştirmiştir; bilinçle birlikte, karmaşıklığın yeni bir düzeni, daha yüksek bir hiyerarşik örgütlenme düzeni görünür hale gelir. Ama bilinci statik bir biçim olarak değil de, birey ile çevresi arasındaki etkileşimleri de kapsayan bir süreç olarak tanımladığımızdan dolayı, insan ilişkileri insan toplumunun evrimi boyunca dönüşürken insan bilincinin de nasıl dönüştüğünü görebiliriz. Kafatası kapasitemiz ya da hücre sayımız ilk Homo sapiensten pek farklı olmayabilir, ama çevremiz –toplum biçimlerimiz– çok farklıdır ve bu nedenle bilincimiz de çok farklıdır; bu aynı zamanda beyin durumlarımızın da çok farklı olduğu anlamına gelir.[6] Konuşmanın Önemi Konuşmanın –özellikle “iç konuşma”nın gelişimi– beynimizin gelişimi üzerindeki etkisi belirleyici önemdedir. Bu yeni bir düşünce değildir, antik Yunanlılar ve 17. yüzyıl filozofları, özellikle de Thomas Hobbes, bunu biliyorlardı. İnsanın Türeyişi adlı kitabında Charles Darwin şöyle açıklıyordu: “İster seslendirilmiş ister sessiz olsun, çeşitli sözcüklerin yardımı olmaksızın karmaşık ve uzun bir düşünceler silsilesini gerçekleştirilebilmek, cebirsel sayılar olmaksızın uzun bir hesaplamanın yapılmasından daha mümkün değildir.” 1930’larda Sovyet psikologu Lev Vigotski tüm psikolojiyi bu temelde yeniden inşa etmeye girişti. Vigotski çeşitli çocuk davranış örneklerini kullanarak, çocukların kendi kendilerine yüksek sesle konuşmaya neden bu denli çok zaman ayırdıklarını açıkladı. Gelecekte iç konuşma olarak içselleştirecekleri planlama alışkanlığının provasını yapmaktaydılar. Vigotski bu iç konuşmanın, insanın anıları yeniden derleme ve hatırlama yeteneğinin temelini oluşturduğunu gösterdi. Genellemeler yapma ve perspektif sunma yeteneğindeki insan aklı, algılarımızla uyarılan bir iç düşünceler dünyasının hakimiyeti altındadır. Hayvanların da belleği vardır, ama onlar yakın çevresini yansıtan bir biçimde o ana kilitlenmiş gibidirler. İnsan iç konuşmasının gelişimi, insanların düşünce üretmesini ve bu düşünceleri hatırlamasını mümkün kılar. Başka bir deyişle, iç konuşma insan aklının evriminde kilit bir rol oynamıştır. Her ne kadar erken ölümü, Vigotski’nin çalışmalarını kesintiye uğrattıysa da, antropoloji, sosyoloji, dil bilimi ve eğitim psikolojisinin önemli katkılarıyla fikirleri ele alınıp incelenmiş ve genişletilmiştir. Geçmişte, bellek, kısa ve uzun dönemli belleği içeren üniter bir biyolojik sistem olarak inceleniyordu. Bellek, nörofizyolojik, biyokimyasal ve anatomik olarak incelenebiliyordu. Ama bugün, diğer bilimleri de içeren daha diyalektik bir yaklaşımın önü açılmaktadır. Rose şunları söylüyor: Bu indirgemeci yaklaşımdan, organizmayı inceleyen bilimlere düşen görevin, bireyin davranışını, belirli moleküler düzenlenişlere indirgemek olduğu sonucu çıkmaktadır; beri yanda organizma popülasyonlarının incelenmesi de, karşılıklı ya da bencil özgeciliği kodlayan DNA ipliklerinin araştırılması düzeyine düşürülmektedir. Son on yılda, bu yaklaşımın paradigmasını, öğrenmeden kaynaklanan ve belirli anıları “kodlayan” RNA’nın, proteinlerin ya da peptid moleküllerinin yalıtılması çabaları; ya da moleküler biyologun, bir dizi elektron mikroskobu kesitiyle haritası çıkartılabilecek ve bu harita içerisinde farklı davranışsal mutasyonlarla ilişkili farklı bağlantı diyagramlarının tanımlanabileceği “basit” bir sinir sistemine sahip bir organizma arayışı oluşturmuştur.[7] Ve şu sonuca varıyor: Bu tür bir indirgemeciliğin içine sürüklendiği paradokslar, sistem modelleyicilerininkinden muhtemelen daha beterdir. Bu paradokslar şüphesiz Descartes’tan beri çok bariz biçimde ortadaydılar. Descartes’ın, organizmayı, hidrolikle çalışan hayvani bir makineye indirgeyişini, insan söz konusu olduğunda, pineal bezinde yer alan özgür irade sahibi bir ruhla uzlaştırmak zorunda kalınmıştı. Nitekim daha sonraları, ki bugün de öyledir, mekanik indirgemecilik, işe yaramaz bir hale gelmeden önce, halis bir idealizme sürüklendi. Beynin evriminde bazı kısımlar tamamen bir kenara atıldı. Yeni yapılar gelişirken, eskiler önem ve hacim bakımından küçüldüler. Beynin gelişimiyle birlikte öğrenme kapasitesi de artar. Eskiden insansı maymunun insana dönüşümünün beynin gelişimiyle başladığı varsayılmaktaydı. Bir insansı maymunun beyni (hacimce) 400 ilâ 600 santimetreküp arasındadır, insan beyni ise 1200 ilâ 1500 santimetreküp. “Kayıp halka”nın, esasen insansı maymun benzeri, ama daha büyük beyinli olduğuna inanılıyordu. Yine aynı şekilde, büyük bir beynin dik duruşu da öncelediği düşünülmekteydi. Engels bu ilk beyin teorisine, yanlış idealist tarih görüşünün bir uzantısı olarak kararlı bir biçimde karşı çıktı. Yürüyüşteki dik duruş insansı maymundan insana geçişte tayin edici adımdı. Ellerini özgür bırakan şey tam da iki ayaklı doğalarıydı; sonradan beynin büyümesine yol açan şey de bu duruş biçimidir. “Önce emek gelir” diyor Engels, “ardından onunla birlikte net konuşma; bunlar, insansı maymunun beyninin, insan beynine tedricen dönüşmesine neden olan en temel iki uyarıcıdır.”[8] Daha sonraları keşfedilen fosilleşmiş kalıntılar Engels’in görüşünü doğrulamıştır. “Bu doğrulama her türlü bilimsel şüphenin ötesinde tamdı. Afrika’da gün ışığına çıkarılan yaratıklar insansı maymunlarınkinden daha büyük olmayan beyinlere sahiplerdi. Bunlar insanlar gibi yürümüş ve koşmuşlardı. Ayak modern insanınkinden çok az farklıydı ve el insandaki şekline doğru yarı yoldaydı.”[9] İnsanların kökenleri konusunda Engels’in görüşlerini destekleyen kanıtların giderek artıyor olmasına rağmen, önce beynin geliştiği anlayışı hâlâ canlıdır ve ortalıkta dolaşmaktadır. Son zamanlarda çıkan, Kaçak Beyin, İnsan Eşsizliğinin Evrimi adlı bir kitapta yazar Christopher Wills şöyle diyor: “Biliyoruz ki atalarımızın beyinleri büyüdükçe aynı zamanda duruşları daha dikleşiyor, ince hassas becerileri gelişiyor ve çıkardıkları sesler konuşmaya doğru derece derece ilerliyordu.”[10] İnsan, çevresi ve kendisi hakkında giderek daha fazla bilinçlenir. Diğer hayvanların aksine insanlar kendi deneyimlerini genelleyebilirler. Hayvanlar çevrelerinin hakimiyeti altında iken, insanlar çevrelerini kendi ihtiyaçlarına uydurmak için değiştirirler. Bilim, Engels’in şu ifadesini doğrulamıştır. “Bilincimiz ve düşüncemiz, ne kadar duyuüstü görünürse görünsün, maddi, bedensel bir organın, beynin ürünüdürler. Madde aklın bir ürünü değildir, tersine aklın kendisi yalnızca maddenin en yüksek ürünüdür. Bu, elbette, saf materyalizmdir.”[11] Beyin geliştikçe öğrenme ve genelleme kapasitesi de gelişir. Önemli bilgiler beyinde, muhtemelen sistemin birçok farklı bölümünde depolanır. Bu bilgiler, beyindeki moleküller yenilendiğinde silinmezler. On dört gün içinde beyin proteinlerinin %90’ı parçalanır ve özdeş moleküllerle yenilenirler. Beynin evrimini durdurduğunu düşünmek için de bir neden yoktur. Onun kapasitesi sonsuz kalmaktadır. Sınıfsız toplumun gelişimi, insanoğlunun kavrayışında da ileri doğru yeni bir sıçramaya tanık olacaktır. Örneğin, genetik mühendisliğinin başarıları henüz bebeklik evresindedir. Bilim muazzam olanaklar ve meydan okuyuşların önünü açıyor. Beyin ve insan zekâsı gelecekteki bu meydan okumaları karşılayacak şekilde evrimleşecektir. Ama gelişmenin sonu gelmeyen spiralinde, her problem çözülüşünde çok daha fazla sorun ortaya çıkacaktır. Dil ve Çocuğun Düşüncesi Genel olarak insan düşüncesinin gelişimiyle insan bireyinin dil ve düşüncesinin çocukluk ve ergenlikten yetişkinliğe varan süreç içindeki gelişimi arasında belli bir benzerlik göze çarpar. Engels, Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü’nde bu hususa değinmiştir: Tıpkı embriyonun ana rahmindeki gelişmesinin tarihçesinin, hayvan atalarımızın solucandan başlayarak milyonlarca yıla yayılan bedensel evrim tarihinin kısaltılmış bir tekrarından ibaret olması gibi, insan yavrusunun zihinsel gelişimi de, atalarımızın, en azından daha yakın olanlarının, zihinsel gelişiminin daha da kısaltılmış bir tekrarından ibarettir.[12] Embriyondan yetişkine doğru gelişmeyi inceleyen bilim dalına ontojeni, türler arasındaki evrimsel ilişkileri inceleyen dala ise filojeni denmektedir. Her ikisi de ilginç biçimde birbirine bağlıdır, ama aynadaki kaba bir görüntü gibi değil. Örneğin, rahimdeki gelişimi boyunca insanın embriyosu bir balığa, bir amfibiye, bir memeliye benzemekte ve hayvan evrimini anımsatan aşamalardan geçiyor görünmektedir. Tüm insanlar birçok bakımdan birbirlerine benzerler, özellikle de beyin maddeleri ve yapıları bakımından. Kimyasal, anatomik ve fizyolojik olarak şaşırtıcı ölçüde az farklılık vardır. Gebelikte, döllenmiş yumurta iki boş hücre topuna doğru gelişir. İlk görülebilir gelişme on sekiz gün içinde gerçekleşir, bu topların birbirlerine değdikleri nokta kalınlaşarak nöral oluk haline gelir. Ön parça sonraları bir beyne doğru gelişmek üzere büyür. Ardından gözler, burun ve kulaklar haline gelecek olan diğer farklılaşmalar gerçekleşir. Gebeliğin üçüncü haftasında kalp atışının başlamasıyla birlikte ilk olarak embriyo yaşamında kan dolaşımı ve sinir sistemi çalışmaya başlar. Nöral oluk, bir kanal ve sonra da bir tüp haline gelir. Zaman içinde bu oluşum omuriliğe dönüşecektir. Kafa ucunda, ön beyin, orta beyin ve arka beyini oluşturmak üzere tüpte şişlikler belirir. Her şey merkezi sinir sisteminin hızlı gelişimi için düzenlemiştir. Nihai hücresel yapıya doğru ilerleyen hücre bölünme hızında nitel bir sıçrama olur. Embriyo 13 mm uzunluğa ulaştığında, beyin, beş-kabarcıklı bir beyin şekline bürünür. Görsel sinirleri ve gözleri oluşturan saplar ortaya çıkar. Üçüncü ayın sonunda serebral korteks ve beyincik kadar, talamus ve hipotalamus da ayırt edilebilir bir hale gelir. Beşinci ayla birlikte boğumlu korteks şekillenmeye başlar. Doğumdan sonra daha da gelişecek olmasına rağmen tüm temel öğeler dokuzuncu ayda gelişmişlerdir. O anda dahi beynin ağırlığı, bir yetişkinin 1300 ilâ 1500 gramlık beyin ağılığıyla karşılaştırıldığında, yalnızca 350 gram civarındadır. Beyin altı ayda yetişkindeki ağırlığın %50’sine, bir yılda %60’ına ve altı yılda %90’ına ulaşır. On yaşında yetişkin beynin ağırlığının %95’ine ulaşır. Beynin hızlı gelişimi kafa büyüklüğünde kendini dışa vurur. Bir bebeğin kafa büyüklüğü yetişkinle karşılaştırıldığında bedeni için büyüktür. Yeni doğmuş bir bebeğin beyni yetişkinlikteki durumuna diğer herhangi bir organdan daha yakındır. Doğumda, beyin toplam vücut ağırlığının %10’nu oluştururken, yetişkinde bu oran yalnızca %2’dir. Beynin fiziksel yapısı (biyokimyası, hücre mimarisi ve elektriksel devresi) beynin çevreye verdiği tepkilerin etkisiyle değişikliğe uğrar. Düşünceler ve anılar, sinir sistemindeki karmaşık değişimler aracılığıyla beyinde kodlanırlar. Böylece, beyin etkileşiminin tüm süreçleri, eşsiz bir bilinç –kendinin farkında olan madde– olgusuna yol açarlar. Kanadalı psikolog Donald Hebb’e göre, anahtar iki sinir hücresi arasındaki sinaptik bağlarda yatmaktadır, ki bu görüş günümüzde yaygın olan düşüncenin temelini oluşturur. Sinapslar arasındaki kendine özgü devre dizileri ve ateşleme kalıpları belleği kodlayabilir, ama bu, mutlaka tek bir beyin ağına lokalize olmayacaktır. Her iki yarı kürede ve birçok kez kodlanabilir. Bireyin tüm çevresi, özellikle gelişiminin ilk yıllarında, beyinsel süreçler ve davranışlar üzerinde sürekli olarak benzersiz etkiler bırakır. “Özellikle çocukluk dönemindeyken, çevredeki en küçük bir değişim,” diyor Rose, “beynin kimyası ve işleyişinde uzun-dönemli değişimlere yol açabilir.” Beyinle çevre arasındaki bu diyalektik etkileşim olmasaydı, bireyin gelişimi basitçe genetik kodun emrinde olurdu. Bireylerin davranışları önceden kodlanmış ve en başından itibaren öngörülebilir olurdu. Ne var ki çevre, gelişimde belirleyici bir rol oynamaktadır. Değiştirilmiş bir koşullar dizisi bireyde çok belirgin bir değişime yol açabilir. Gözler, El ve Beyin Çocukta dil ve düşüncenin gelişimi, ilk kez İsviçreli epistemolog* Jean Piaget’nin çığır açan çalışmasında kapsamlı bir incelemeye tâbi tutulmuştu. Teorilerinin bazı yönleri, özellikle de çocukların bir aşamadan diğerine geçiş biçimini yorumlayışındaki esneklik yoksunluğu eleştiri konusu olmuşsa da, onun çalışmaları, neredeyse gözardı edilmiş bir alanda öncü çalışmalar niteliğindeydi ve teorilerinin birçoğu geçerliliğini halen önemli ölçüde korumaktadır. Hegel’in genel olarak diyalektik düşüncenin sistematik bir sergilenişini sunan ilk kişi olması gibi, Piaget de doğumdan çocukluğa, oradan da ergenliğe kadar olan gelişmenin diyalektik sürecine dair bir fikir veren ilk kişiydi. Her iki sistemin de barındırdığı kusurların, bu insanların çalışmalarının olumlu içeriğini karartmasına izin verilmemelidir. Piaget’nin aşamaları şüphesiz oldukça şematik ve araştırma yöntemleri de bir o denli sorgulanmaya açık olsa bile, yine de bunlar, erken insan gelişimine genel bir bakış olarak değer taşımaktadırlar. Piaget’nin teorileri, davranışçıların görüşlerine bir tepkiydi, davranışçı ekolün önde gelen temsilcisi Skinner, özellikle 1960’larda ABD’de etkiliydi. Davranışçı yaklaşım lineer bir kümülatif gelişme kalıbına dayanan bütünüyle mekanik bir yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre, çocuklar, uzman öğretmenler ve müfredat planlamacılar tarafından oluşturulan, lineer bir içerik programına tâbi tutulduklarında en verimli şekilde öğrenirler. Skinner’in eğitim teorileri kapitalist zihniyete cuk oturmaktadır. Bu teoriye göre çocuklar sadece ödüllendirildiklerinde öğrenirler, tıpkı bir işçinin ancak fazla mesaiye kaldığında fazla para alması gibi. Davranışçılar dilin gelişimi konusunda tipik bir mekanik görüş benimsemişlerdi. Noam Chomsky, Skinner’in bebeklerin ilk birkaç sözcüğü (esas olarak isim sözcükleri) nasıl öğrendiğini uygun biçimde açıkladığına, ama bunların nasıl bir araya getirildiğini açıklamadığına dikkat çekiyordu. Dil yalnızca sözcük dizileri değildir. Dil tam da, belli bir dinamik ilişki içindeki sözcükler bileşimidir, ki onu öylesine zengin, etkili, esnek ve karmaşık bir araç yapan da budur. Burada bütün en kesin biçimde kendi parçalarının toplamından büyüktür. Yabancı dil öğrenmeye çalışmış her yetişkinin katılacağı gibi, iki yaşında bir çocuğun gramer kurallarını öğrenmesi gerçekten inanılmaz bir hünerdir. Bu kaba ve mekanik dogmayla karşılaştırıldığında Piaget’nin teorileri ileri doğru büyük bir adımı temsil etmektedir. Piaget, öğrenmenin çocuklarda doğal olarak bulunduğunu açıkladı. Tüm çocuklarda zaten mevcut olan bu eğilimleri açığa çıkarmak öğretmenin işidir. Dahası Piaget, haklı olarak, öğrenme sürecinin lineer bir çizgi olmadığına, nitel kırılmalarla kesintiye uğradığına dikkat çekti. Piaget’nin orijinal aşamaları tartışmaya açık olsa da, bu diyalektik yaklaşımın genel olarak geçerli olduğuna kuşku yoktur. Piaget’nin çalışmasında değerli olan şey, çocuğun gelişiminin çelişkili bir süreç olarak sunulması ve bu süreç içindeki her aşamanın bir öncekine dayandığının, bu bir önceki aşamanın da hem aşıldığı hem de muhafaza edildiğinin savunulmasıdır. Genetik olarak koşullanmış altyapı, daha ilk andan itibaren çevreyle diyalektik bir etkileşime giren hazır malzeme sunar. Yeni doğmuş bebek bilinçli değildir, ama acilen giderilmeyi talep eden derin ve köklü biyolojik içgüdülerce yönlendirilir. Bu güçlü hayvan içgüdüleri yok olmazlar, etkinliklerimizin altında yatan bilinçsiz bir alt tabaka olarak dururlar. Hegel’in dilini kullanacak olursak, burada karşımıza çıkan şey, kendinde varlıktan kendisi için varlığa; potansiyelden gerçeğe, yalıtık, savunmasız, bilinçsiz varlıktan, doğa güçlerinin bir oyuncağından, bilinçli bir insan varlığına geçiştir. Kendisinin bilince varışa doğru ilerleyen hareket, Piaget’nin doğru biçimde açıkladığı gibi, farklı aşamalardan geçen bir mücadeledir. Yeni doğmuş bebek kendini çevresinden açıkça ayırt edemez. Ancak yavaş yavaş kendisiyle dış dünya arasındaki ayrımın farkına varır. “Doğumdan dilin edinilmesine kadar geçen dönem,” diye yazıyor Piaget, “olağanüstü bir zihinsel gelişme dönemidir.” Başka bir yerde, varlığın ilk 18 ayını “küçük ölçekte bir Copernicus devrimi” olarak tanımlıyor.[13] Bu sürecin kavranılması gereken anahtarı, özne (kendisi) ve nesne (gerçeklik) arasında cisimleşen ilişkinin yavaş yavaş aydınlanışıdır. Vigotski ve Piaget Piaget’yi ilk ve en iyi şekilde eleştiren kişi, 1924-34 döneminde Piaget’nin düşüncelerine tutarlı bir alternatif geliştiren Sovyet eğitimcisi Vigotski idi. Trajiktir ki, Vigotski’nin düşünceleri Sovyetler Birliği’nde ancak Stalin’in ölümünden sonra yayımlandı ve Batıda 1950’lerde ve 60’larda tanınarak, Jerome Bruner gibi birçokları üzerinde güçlü bir etki yarattı. Günümüzde onun düşünceleri eğitimciler arasında geniş ölçüde kabul görmektedir. Vigotski, jestlerin dilin gelişimindeki önemli rolünü açıklamakla, zamanının çok ilerisinde olduğunu göstermişti. Bu görüş, dilin kökenlerini açıklığa kavuşturan psikolinguistler (ruhdilbilimciler) tarafından son zamanlarda yeniden diriltilmiştir. Bruner ve diğerleri, jestlerin, çocukta dilin sonraki gelişimine muazzam bir etki yaptığına dikkat çekmişlerdir. Piaget, çocuğun gelişiminde biyolojik yöne daha fazla vurgu yaparken, Vigotski, Bruner ve diğerleri gibi, daha çok kültür üzerine yoğunlaşmıştır. Kültürde aletlerin çok önemli bir rolü vardır; bu aletler ister ilk hominidlerin sopa ve taşları olsun, ister günümüz çocuğunun kurşun kalem, silgi ve kitapları. Son araştırmalar, bebeklerin Piaget’nin düşündüğünden daha erken bir aşamada belli yetenekleri sergilediklerini göstermiştir. Biyoloji temelinden gelmiş birisi olarak çocuk gelişiminin bu yönüne ağırlık vermesi kaçınılmaz olan Piaget’nin çok küçük bebekler hakkındaki düşünceleri aşılmış görünüyor, ama araştırmasının büyük bölümü geçerliliğini korumaktadır. Vigotski soruna başka bir açıdan yaklaştı, ama ortak noktalar vardı. Örneğin, Piaget’nin kendi çalışmalarında “duyu-motor aktiviteler”in –başka bir oyuncağa ulaşmak için bir tırmığın kullanılması gibi– taslağını çizmesi gibi, Vigotski de, çocukluğun ilk yıllarına dair incelemesinde, “dilsel olmayan düşünce” üzerinde durur. Bunun yanı sıra bebeklerin anlaşılmaz sesleri (“bebek-dili”) dikkat çekicidir. İki öğe bir araya geldiğinde dilde patlamalı bir gelişme olur. Yeni yürümeye başlayan çocuk, her yeni deneyiminin adını bilmek ister. Vigotski farklı bir rota tuttursa da, yolu Piaget açmıştı. Büyüme süreci beceriksizlikten becerikliliğe doğru lineer bir ilerleme değildir: Yeni doğmuş bir bebek, yaşabilmek için sonraki yetişkinin minik bir versiyonu olarak değil yeni doğmuş bir bebek olarak becerikli olmalıdır. Gelişme yalnızca nicel olmayıp, içinde nitel dönüşümlerin olduğu –örneğin meme emmesiyle katı yiyecek çiğneme arasında, ya da, duyu-motor ile bilişsel davranış arasında– bir süreçtir.[14] Ancak yavaş yavaş, uzun bir dönem boyunca ve zorlu bir alışma ve öğrenme süreciyle birlikte çocuk, kör duyumların ve güdülerin bir bohçası, aciz bir nesne olmaktan çıkar ve bilinçli, kendi kendini yöneten özgür bir fail haline gelir. İşte, tek bir bebeğin gelişimiyle insan türünün gelişimi arasındaki çarpıcı paralelliği sağlayan şey de, bilinçsizlikten bilinçliliğe, çevreye tam bağımlılıktan çevreye egemen olmaya geçiş için verilen bu sancılı mücadeledir. Elbette bu paralelliğin kusursuz olduğunu ima etmek yanlış olurdu. Her analoji ancak belirli sınırlar içinde geçerlidir. Ama en azından bazı noktalarda bu tür paralelliklerin gerçekten de varolduğu sonucuna karşı durmak zordur. Alt düzeyden üst düzeye, basitten karmaşığa, bilinçsizlikten bilinçliliğe; bu özellikler yaşamın evriminde sürekli olarak tekrar ederler. Hayvanlar, insanlara göre duyulara daha fazla tâbidirler ve daha iyi duyma, görme ve koku alma duyusuna sahiptirler. Görüş keskinliğinin çocukluğun son dönemlerinde yüksek bir noktaya ulaşması ve ardından gerilemesi dikkat çekicidir. Diğer taraftan, yüksek entelektüel fonksiyonlar yaşam boyunca, yaşlılığa dek gelişmeyi sürdürürler. İnsanların bilinçsizlikten gerçek bilinçlilik düzeyine geçtiği yolun izini sürmek, bilimin en büyüleyici ve önemli görevlerinden biridir. Bebek, doğumda yalnızca refleksleri bilir. Ama bu hiç de pasiflik anlamına gelmez. Varlığının ilk anından itibaren bebeğin çevresiyle ilişkisi aktif ve pratiktir. Yalnızca kafasıyla değil tüm vücuduyla düşünür. Beyin ve bilincin gelişmesi doğrudan doğruya pratik etkinliğe bağlıdır. İlk reflekslerden birisi emmedir. Burada bile deneyimden öğrenme mevcuttur. Piaget, bebeğin bir ya da iki haftadan sonra başlangıçtakinden daha iyi emdiğine dikkat çeker. Sonra çocuğun nesneleri tanımaya başladığı bir ayrıştırma süreci gelir. Daha sonra bebek yalnızca düşüncede değil eylemde de ilk genellemelerini yapmaya başlar. O yalnızca memeyi emmez, havayı ve sonra kendi parmaklarını da emer. İspanyolların bir sözü vardır: “Başparmağımı emmem”, bunun anlamı “aptal değilim”dir. İşin doğrusu bir başparmağı ağza sokmak bir bebek için oldukça zor bir iştir, ki genellikle ancak ikinci ayda ortaya çıkar ve el ile beyin arasındaki belirli bir eşgüdüm düzeyini gösteren önemli bir adım oluşturur. Doğumun hemen sonrasında çocuk dikkatini belirli nesneler üzerinde odaklamakta zorluk çeker. Belirli nesneler üzerinde ancak yavaş yavaş yoğunlaşabilir hale gelir ve nerede olduklarını sezinleyerek onları görmek için başını hareket ettirir. Bruner tarafından analiz edilen bu gelişme, ilk iki ya da üç ay içerisinde gerçekleşir ve yalnızca görsel alanı değil etkinliği de içerir: gözlerin, başın ve vücudun dikkati çeken nesneye doğru yönelmesi. Aynı zamanda ağız, görme ve el hareketi arasındaki bağlantı haline gelir. Yavaş yavaş, görsel olarak yöneldiği bir nesneye ulaşma-tutma-getirme süreci başlar, ki bu süreç her zaman eli ağza getirmeyle sonuçlanır. Yeni doğmuş bir bebek için dünya her şeyden önce emilecek bir şeydir. Sonra, bakılacak ve dinlenecek bir şey ve yeterli bir eşgüdüm düzeyine ulaşıldığında da hareket ettirilecek bir şeydir. Bu, henüz bilinç diyebileceğimiz şey değildir, ama bilincin başlangıç noktasıdır. Bu basit öğelerin alışkanlıklar ve organize algılar halinde birleşmesi için çok uzun bir gelişme süreci gerekir. Daha sonra, sistematik parmak emmeyi, başın bir sesin geldiği yöne doğru çevrilmesini, hareketli bir nesneyi gözlerle izlemeyi (ki bir genelleme ve sezinleme düzeyini gösterir) görüyoruz. Beş hafta ya da daha uzun bir süre sonra bebek gülmeye başlar ve –bebeğin bir kişi ya da hatta bir nesne kavramına sahip olduğu anlamında alınamazsa da– diğerlerine göre bazı insanları tanır. Bu, en temel duyu-algılama aşamasıdır. Nesnel dünya ile ilişkilerinde bebeğin önünde iki olasılık vardır: Şeyleri (ve insanları) kendi etkinliklerinin içine dahil etmek ve böylelikle maddi dünyayı özümsemek ya da öznel istek ve itkilerini dış dünyaya göre ayarlamak, yani gerçekliğe uydurmak. Çok erken yaştan itibaren bebek ağzına sokmak suretiyle dünyayı kendisine “özümsemeye” çalışır. Daha sonra, dış gerçekliğe uyarlanmayı öğrenir, yavaş yavaş farklı nesneleri ayırt etmeye ve algılamaya ve onları hatırlamaya başlar. Deneyim yoluyla, erişme ve tutma gibi bir dizi işlemi kotarma yeteneğini kazanır. Mantıksal zekâ ilk önce somut işlemlerden, pratikten ortaya çıkar ve ancak çok sonraları soyut çıkarımlara varır. Piaget, çocuğun gelişiminde net biçimde tanımlanmış altı “aşama” saptadı. Beslenme gibi temel güdüsel eğilimleri içeren refleksler ya da kalıtımsal fonksiyonlar aşaması. Yiyecek edinme ihtiyacı doğuştan gelen ve yeni doğmuş çocuğun reflekslerini kontrol eden güçlü bir itkidir. İnsanların tüm hayvanlarla paylaştıkları ortak bir özelliktir bu. Yüksek düşüncenin unsurlarından yoksun olan yeni doğmuş bebek, yine de doğal bir materyalisttir; fiziksel dünyanın varlığına sağlam inancını, tüm hayvanlarla tamamen aynı şekilde ifade eder, onu yiyerek. Zeki filozofların, insanları, dışımızda bir maddi dünya olup olmadığını gerçekte söyleyemeyeceğimize ikna etmeyi başarmaları için büyük bir entelektüel incelik göstermeleri gerekir. Bu sözümona karmaşık ve büyük felsefi sorun, aslında bir bebek tarafından mümkün olan tek yolla, pratik yoluyla çözülür. Çocuk iki yaşından itibaren sembolik düşünme ve ön kavramsal temsil dönemine girer. Çocuk resim görüntülerini gerçek şeylerin yerini alan semboller olarak kullanmaya başlar. Buna paralel olarak dilin gelişmesi gelir. Bir sonraki aşama dünyadaki diğer referans noktalarının tanındığı ve eşzamanlı olarak tutarlı bir dilin geliştiği koşullu temsil aşamasıdır. Bunu yedi yaşından on iki yaşına kadar süren işlemsel düşünme takip eder. Çocuk nesneler arasındaki ilişkileri tanımaya ve daha soyut kavramlarla uğraşmaya başlar. Çocuğun zihinsel gelişiminin anahtarını sunan şey, tam da pratik ve doğuştan gelen genetik olarak koşullanmış eğilimlerin etkileşimidir. Piaget’nin ikinci aşaması, ilk “organize algıların” ve temel nitelikteki “farklılaşmış duyguların” eşlik ettiği temel motor alışkanlıklar aşamasıdır. Üçüncü aşama “duyu-motor zekâ” ya da pratik (ki konuşmadan önce gelir) aşamasıdır. Daha sonra bireyler arasındaki kendiliğinden ilişkileri, özellikle yetişkinlere itaati içeren “ön sezgisel zekâ” aşaması; mantığın ve ahlâki ve toplumsal duyguların gelişimini içeren “somut entelektüel işlemler” aşaması (7 ilâ 11 ya da 12 yaş arası); ve son olarak, soyut entelektüel işlemler –kişiliğin oluşumu, yetişkinler toplumuna duygusal ve entelektüel entegrasyon (ergenlik)– aşaması gelir. İnsanın ilerlemesi genelde düşüncenin gelişimine, özelde de bilim ve teknolojinin gelişimine sıkı sıkıya bağlıdır. Rasyonel soyut düşünme kapasitesi kolay oluşmaz. Bugün bile birçok insanın aklı, somutun tanıdık dünyasını geride bırakan düşünceye isyan etmektedir. Bu yetenek çocuğun zihinsel gelişiminde oldukça geç ortaya çıkar. Bunu, çocukların, perspektif yasalarına vs. göre görmeleri gereken şeyi değil de, gerçekten gördükleri şeyi yansıttıkları resimlerinde görürüz. Mantık, etik, ahlâk, hepsi çocuğun entelektüel gelişiminde geç ortaya çıkarlar. İlk dönemde her eylem, her hareket, her düşünce zorunluluğun ürünüdür. “Özgür irade” kavramının çocuğun zihinsel etkinlikleriyle hiç bir ilgisi yoktur. Açlık ve yorgunluk, en küçük bebekte dahi yiyecek ya da uyku isteğine yol açar. En ilkel düzeyde dahi olsa bir soyut düşünme kapasitesine sahip oluş, özneyi hem uzayda hem de zamanda en uzak olayların dahi hakimi kılar. Bu, ilk insanlar için olduğu kadar çocuklar için de doğrudur. En eski atalarımız kendilerini diğer hayvanlardan ya da cansız doğadan net bir biçimde ayırmıyorlardı. Gerçekten de onlar hayvanlar âleminden bütünüyle çıkmamışlardı ve büyük ölçüde doğa güçlerinin insafına kalmışlardı. Kendinin farkında oluşun unsurları, maymunlarda olmasa bile en yakın akrabamız olan şempanzelerde var görünüyor. Ama soyut düşünce potansiyeli yalnızca insanlarda tam ifadesine ulaşıyor. Bu, insanoğlunun temel ayırt edici özelliklerinden biri olan dile sıkı sıkıya bağlıdır. İnsanın beyin hacminin %80’ini oluşturan neo-korteks, beynin gruplarla ilişkilerden sorumlu kısmıdır ve genel olarak düşünmeyle ilgilidir. Toplumsal yaşam, düşünce ve dil arasında sıkı bir bağlantı vardır. Yeni doğmuş bir bebeğin kendisini merkez alan doğası, yerini yavaş yavaş, kendi yasaları, kendi gerekleri ve kendi sınırlamalarıyla bir dış dünyanın, insanların ve toplumun varolduğunu kavramaya bırakır. Epey sonra, üç ilâ altı ay arasında, Piaget’ye göre ilk basıncı ve sonra da elle hareket ettirmeyi içeren tutma aşaması başlar. Bu, bebeğin güçlerinin katlanmasına ve yeni alışkanlıkların oluşumuna yol açan tayin edici bir adımdır. Bundan sonra gelişim hızlanır. Piaget sürecin diyalektik doğasını göstermiştir: “Ayrım noktası her zaman bir refleks döngüsüdür. Ama bu döngünün işleyişi, ses çıkartmaksızın kendisini yinelemekten ziyade, yeni unsurları bir araya getiren ve ilerici farklılaşmalar sayesinde bu unsurlarla hep daha geniş organize bütünlükler oluşturan bir özelliğe sahiptir.” Demek ki, çocuğun gelişimi lineer bir çizgi ya da bir kısırdöngü değil, uzun süren yavaş değişim dönemlerinin ani ileri sıçramalarla kesintiye uğradığı ve her aşamanın nitel bir ilerleme içerdiği bir helezondur. Piaget’nin üçüncü aşaması “pratik zekâ” ya da “duyu-motor aşama”dır. Bu “aşamaların” kesin karakteri ve resmedilişi elbette tartışmaya açıktır, ama genel yaklaşım çizgisi geçerliliğini korur. Zekâ, nesnelerin elle hareket ettirilmesiyle sıkı sıkıya ilişkilidir. Beynin gelişimi doğrudan doğruya elle bağlantılıdır. Piaget’nin dediği gibi: “Ama bu, özellikle nesnelerin elle hareket ettirilmesine uygulanan ve eylem tasarımında sözcükler ve kavramlar yerine, yalnızca algılar ve organize hareketlerden yararlanan bir pratik zekâ sorunudur.”[15] Bundan da görüyoruz ki, tüm insan bilgisinin temeli, deneyim, faaliyet ve pratiktir. Özellikle eller belirleyici bir rol oynamaktadır. Dilin Doğuşu Bebekler, konuşma tam olarak gelişmeden önce, isteklerini dışa vurmak için göz teması, çığlıklar ve vücut dilinin diğer öğeleri gibi her türden işareti kullanırlar. Aynı şekilde, ilk hominidlerin de konuşmadan önce birbirleri arasında işaretleşmek için başka araçları kullanmış olmaları gerektiği açıktır. Bu tür bir iletişim diğer hayvanlarda ve özellikle üst primatlarda da mevcuttur, ama konuşma yalnızca insanlara özgüdür. Çocuğun, dilin altında yatan karmaşık kalıplar ve mantıkla birlikte konuşmaya hakim olmak için verdiği uzun mücadele bilincin edinilmesiyle eşanlamlıdır. Benzer bir yol ilk insanlar tarafından da kat edilmiş olmalıdır. İnsan bebeğinin gırtlağı, insansı maymunlar ve diğer memelilerdeki gibi, ses oluğu aşağıda olacak şekilde düzenlenmiştir. Bu yolla hayvanlarınkine benzer çığlıklar atabilir, ama henüz düzgün konuşamaz. Bunun avantajı, boğulmaksızın aynı anda hem çığlık atabilmesi hem de yemek yiyebilmesidir. Daha sonra ses oluğu evrim boyunca gerçekleşen bir süreci yansıtarak yukarı doğru hareket eder. İnsan konuşmasının, birçok geçişsel biçim olmaksızın bir çırpıda ortaya çıkmış olması düşünülemez. Konuşmanın gelişimi, tıpkı insan bebeğinin gelişiminde gördüğümüz gibi, hiç kuşkusuz hızlı gelişim dönemlerini de içeren milyonlarca yıllık bir süreye yayılmıştır. Dil olmaksızın düşünce varolabilir mi? Bu, “düşünce” ile ne kast edildiğine bağlıdır. Düşüncenin unsurları hayvanlarda ve özellikle belirli iletişim araçlarına da sahip olan üst memelilerde mevcuttur. Şempanzelerin arasındaki iletişim düzeyi oldukça karmaşıktır. Ama bunların hiçbirisinde, insanın düzeyinin uzağından bile geçecek türden bir dilden ya da bir düşünceden bahsedemeyiz. Üstteki alttakinden gelişir ve onsuz varolamaz. İnsan konuşmasının kökenleri bebeğin tutarsız seslerindedir, ama bu ikisini özdeşleştirmek aptalca olurdu. Aynı şekilde dilin insan ırkından önce de varolduğunu göstermeye çalışmak bir hatadır. Aynı şey düşünce için de doğrudur. Erişilemeyen bir nesneye ulaşmak için bir çubuk kullanmak zekice bir davranıştır. Ama çocuğun gelişiminde böylesi bir davranış oldukça geç –yaklaşık 18. ayda– ortaya çıkar. Bu davranış, önceden düşünülmüş bir hedefi gerçekleştirmek için eşgüdümlü bir hareketle bir aletin –bir çubuk– kullanılmasını içerir. Kasıtlı, planlı bir eylemdir. Bu tür bir faaliyet insansı maymunlar ve hatta maymunlar arasında bile görülebilir. Yiyecek toplama etkinliğine yardımcı olarak, hazır bulunan nesnelerin –çubuklar, taşlar vb.– kullanımı hakkında çok şey yazılmıştır. Çocuk, on ikinci ayda, “ne olduğunu görmek” için bir nesneyi farklı yönlere atarak deney yapmayı öğrenir. Bu etkinlik, sonuç elde etmek için tasarlanmış tekrarlanan amaçlı bir etkinliktir. Neden ve sonucun farkına varıldığını gösterir (bunu yaparsam şu olur). Bu bilgilerin hiçbiri doğuştan değildir. Deneyim yoluyla öğrenilir. Neden ve sonuç kavramını kavramak çocuğun 12-18 ayını alır. Bilginin en güçlü parçası! İlk insanların, tüm akılcı düşüncenin ve amaçlı eylemin gerçek temeli olan bu aynı dersi öğrenmeleri milyonlarca yıl almış olmalı. Doğa hakkındaki bilgimizin böylesine göz kamaştırıcı zirvelere ulaştığı zamanımızda, bazı bilimciler ve filozofların, nedenselliğin varlığını yadsımak suretiyle düşünceyi gerçekte ilkel ve çocukça bir düzeye doğru geri sürüklemeyi istemeleri haydi haydi saçmadır. Çocuğun yaşamın ilk iki yılında, uzay, nedensellik ve zaman kavramlarının oluştuğu bir entelektüel devrim gerçekleşir. Ve bu devrim, Kant’ın tasavvur ettiği gibi gökten zembille inmez, bizzat pratik ve fiziksel dünyanın deneyimlerinin doğrudan bir sonucu olarak şekillenir. Tüm insan bilgisi, en soyut olanlar da dahil düşüncenin tüm kategorileri buradan türetilir. Bu materyalist anlayış çocuğun gelişimi tarafından açıkça kanıtlanır. Başlangıçta bebek gerçeklik ve kendisi arasında ayrım yapmaz. Ama belirli bir noktada, gördüğü şeyin kendisi dışında bir şey olduğunun ve görüş alanından çıktığında da varolmaya devam edeceğinin farkına varır. Bu büyük bir atılımdır; zekânın “Copernicus devrimi”. Maddi dünyanın varolmadığını ya da bunun kanıtlanamayacağını iddia eden filozoflar sözcüğün tam anlamıyla çocukça bir düşünceyi dile getirmektedirler. Anne odayı terk ettiğinde ağlayan bebek, görüş sahasından çıktı diye annesinin yok olmadığını anlar. Ağlama eyleminin annesini geri getireceğini bildiğinden ağlar. Çocuk bir yaşına kadar görüş alanının dışında olan şeyin gerçekten de yok olduğuna inanır. İkinci yılın sonunda artık neden ve sonucu bilmektedir. Nasıl ki düşünceyi eylemden ayıran bir Çin Seddi yoksa, aynı şekilde çocuğun entelektüel yaşamıyla duygusal gelişimi arasında da mutlak bir ayrım çizgisi yoktur. Duygular ve düşünceler gerçekte birbirinden ayrılamaz. Bunlar insan davranışının tamamlayıcı iki yönünü oluştururlar. İrade unsuru olmaksızın hiçbir büyük girişimin başarıya ulaşmayacağını herkes bilir. Duygular insan eylemi ve düşüncesi için en güçlü maniveladır ve insan gelişiminde temel bir rol oynarlar. Ama her aşamada, çocuğun entelektüel gelişimi çözülmez bir biçimde etkinliğe bağlanmıştır. Zekaya dayalı davranış ortaya çıktıkça, aklın duygusal durumları eylemlerle ilişkilenir; neşelilik ya da hüzün bilerek yapılan eylemlerin başarısı ya da başarısızlığı ile bağlantılıdır. Dilin doğuşu, bireyin davranış ve deneyiminde hem entelektüel hem duygusal bakımdan muazzam bir değişimi temsil eder. Nitel bir sıçramadır bu. Dile sahip olmak, Piaget’den alıntılarsak “geçmiş eylemlerini anlatı biçiminde yeniden inşa etme ve gelecekteki eylemlerini sözlü sunumlar aracılığıyla önceden gösterme yeteneğini” yaratır. Dil sayesinde geçmiş ve gelecek bizim için gerçek haline gelir. Şimdinin sınırlamalarının ötesine geçebilir, bilinçli bir plana göre tasarlayabilir, öngörebilir ve müdahale edebiliriz. Dil toplumsal yaşamın bir ürünüdür. İnsanın toplumsal etkinliği dil olmaksızın düşünülemez. Dil, şu ya da bu biçimde, en eski insan toplumlarında, en eski zamanlardan beri varolmuş olsa gerektir. Bizatihi düşünce bir tür “iç dildir.” Dil sayesinde insanın gerçek toplumsal ilişki olanağı ortaya çıkar, yalnızca taklit etmenin aksine, öğrenilebilen ve önce sözlü sonra da yazılı bir biçimde kuşaktan kuşağa aktarılabilen bir kültür ve geleneğin yaratılışı söz konusu olur. Dil aynı zamanda antipati, sempati, aşk ve saygının daha tutarlı ve gelişmiş biçimde ifade edilebildiği gerçek insan ilişkilerini mümkün kılar. Bu unsurlar ilk altı aydan itibaren taklit biçiminde nüve halinde mevcutturlar. Telaffuz edilen ilk sözcükler genellikle yalıtık isim sözcüklerdir. Sonra çocuk sözcükleri bir araya getirmeyi öğrenir. İsimler yavaş yavaş fiillerle ve sıfatlarla bağlanır. Son olarak, mantıksal düşüncenin son derece karmaşık kalıplarını gerektiren gramer ve sözdiziminde ustalaşma gelir. Tür için olduğu kadar tek tek bireyler için de muazzam bir nitel sıçramadır bu. Çok küçük çocukların gerçek anlamda dil olmayan, ama sırf yetişkinlerin konuşmasını taklit deneylerini ve çabalarını temsil eden seslerden oluşan “özel” bir dile sahip oldukları söylenebilir. Düzgün konuşma bu seslerden gelişir, ama bu ikisini birbirine karıştırmamak gerekir. Dil gerçek doğası itibariyle özel değil toplumsaldır. Toplumsal yaşam ve kolektif etkinlikten, en başta da, en eski zamanlardan beri tüm toplumsal yaşamın temelinde yatan üretim işbirliğinden ayrıştırılamaz. Dil ileri doğru muazzam bir sıçramayı temsil eder. Süreç bir kez başladı mı bilincin gelişimini muazzam ölçüde hızlandırır. Bu olgu çocuğun gelişiminde de görülebilir. Dil insan etkinliğinin toplumsallaşmasının başlangıçlarını temsil eder. Ondan önce, ilk ön-insanlar çığlıklar, beden dili ve diğer jestler gibi başka araçlarla iletişim kurmuş olmalılar. Gerçekten de modern insanlar, özellikle büyük gerilim ve duygu anlarında böyle yapmayı sürdürürler. Ama bu tür bir “dilin” sınırları açıktır. Acil durumların ötesine geçmekte tamamen yetersizdir. İşbirliği temelinde üretime dayanan en basit insan topluluklarının ihtiyaç duyduğu karmaşıklık, soyut düşünce ve planlama düzeyi bile böylesi araçlarla ifade edilemez. Ancak dil aracılığıyladır ki, şimdinin darlığından kurtulmak, geçmişi hatırlamak ve geleceği öngörmek mümkün olur. Ancak dil aracılığıyladır ki, başkalarıyla gerçekten insani bir iletişim biçimini inşa etmek, kişinin “iç yaşamını” başkalarıyla paylaşması mümkün olur. Bu yüzden, tek konuşan hayvan olan insandan farklı olduğunu belirtmek için “dilsiz hayvanlardan” söz ederiz. Düşüncenin Toplumsallaşması Dil sayesinde çocuk, insan kültürünün zenginliğine açılır. Diğer hayvanlarda genetik kalıtım faktörü baskınken, insan toplumunda kültürel faktör belirleyicidir. İnsan yavrusu, yetişkinlere, özellikle de onu yaşamın, toplumun ve dünyanın gizlerine büyük ölçüde dil aracılığıyla ayak bastıran ebeveynlerine bütünüyle boyun eğdiği çok uzun bir “çıraklık” döneminden geçmek zorundadır. Çocuk kendisini, kopyalanacak ve taklit edilecek hazır bir modelle karşı karşıya bulur. Daha sonraları bu, özellikle oyun aracılığıyla, diğer yetişkinleri ve çocukları da içerecek şekilde genişler. Bu toplumsallaşma süreci kolay ya da otomatik değildir, ama tüm entelektüel ve ahlâki gelişimin temelidir. Tüm ebeveynler küçük çocukların kendi kendilerine oynarlarken nasıl da kendi kendilerine oldukça neşeli olarak uzun “konuşmalar” yaptıklarını zevkle gözlemiştir. Çocuğun gelişimi, ilkel benmerkezcilik durumundan kopma ve başkalarına ve genel olarak dış gerçekliğe bağlanma süreciyle sıkı sıkıya bağlıdır. Piaget’nin orijinal şemasında, iki yıldan yedi yıla kadar olan dönem, basit “pratik” (“duyu-motor”) zekâ evresinden düşünceye geçişi göstermektedir. Bu süreç ikisi arasındaki her türlü geçişsel biçimle karakterize olur. Bu durum kendisini meselâ oyunda açığa vurur. Yedi yaşından on iki yaşına değin oyunlar, diyelim hayli bireysel olan oyuncak bebeklerle oynamanın aksine, ortak amaçları içeren kurallarla belirir. İlk bebekliğin mantığı, yetişkinlerde de hâlâ varolan ve Hegel’in “dolaysız” düşünce dediği sezgi olarak tanımlanabilir. Ebeveynlerin iyi bildiği daha geç bir aşamada çocuk neden diye sormaya başlar. Bu çocuksu merak, akılcı düşüncenin başlangıcıdır. Çocuk artık yalnızca şeyleri oldukları gibi almayı istememekte, onlar için akılcı bir temel aramaktadır. Her şeyin bir nedeni olduğunu kavramakta ve bunun ne olduğunu da anlamaya çalışmaktadır. “B”nin “A”dan sonra olduğu basit gerçeğiyle tatmin olmamaktadır. Onun neden olduğunu bilmek istemektedir. Böylelikle üç ilâ yedi yaş arasındaki çocuk, bazı modern filozoflardan daha akıllı olduğunu göstermektedir. Geleneksel olarak belli bir büyü ve şiir havası verilen sezgi, gerçekte düşüncenin en geri biçimidir, ki çok küçük çocuklar için ve düşük bir kültürel gelişim düzeyine sahip insanlar için karakteristik biçim budur. duyuların sağladığı izlenimlerden oluşan sezgi, bizi belirli bir olaya karşı “kendiliğinden”, yani düşünmeden tepki vermeye kışkırtır. Mantığın ve tutarlı düşüncenin sıkıntıları onun semtine uğramaz. Bu sezgiler bazen gözalıcı biçimde başarılı olabilmektedir. Bu durumlarda, “esin parlamasının” apaçık kendiliğinden doğası, “içten” gelen ve ilâhi olarak esinlenmiş gizemli bir seziş yanılsamasını doğurur. Gerçekte sezgi, ruhun karanlık derinlerinden değil, bilimsel tarzda olmasa da imgeler vb. biçiminde edinilmiş deneyimin içselleştirilmesinden kaynaklanır. Kayda değer bir yaşam deneyimi olan insan, karmaşık bir duruma dair son derece kıt bilgilere dayanarak sık sık doğru bir değerlendirmeye varabilir. Benzer biçimde bir avcı izini sürdüğü hayvanlar hakkında neredeyse bir “altıncı his” sergileyebilir. Gerçekten büyük beyinler söz konusu olduğunda esin parlamalarının bir deha niteliğini temsil ettiği düşünülür. Tüm bu durumlarda kendiliğinden düşünce olarak görünen şey aslında yılların deneyim ve düşüncelerinin damıtılmış özüdür. Ne var ki salt sezgi, çoğunlukla tatmin edicilikten son derece uzak, yüzeysel ve bozuk biçimli bir bilgiye yol açar. Çocuklarda “sezgi” muhakeme, tanımlama ve hüküm vermeyi becermeden önceki düşüncenin ilkel, ham evresine işaret eder. O kadar yetersizdir ki, bu evreyi çok önce geride bırakmış yetişkinlerin gözünde genellikle komik görülür. Tüm bu durumlarda gizemli hiçbir şeyin olmadığını söylemeye bile gerek yoktur. Yaşamının ilk aşamalarında çocuk kendisiyle fiziksel çevresini birbirinden ayırt etmez. Gördüğümüz gibi, özne (“ben”) ile nesneyi (fiziksel dünya) birbirinden ayırt etmeye ancak yavaş yavaş başlar. Kendisi ile kendi çevresi arasındaki gerçek ilişkiyi, nesneleri elleriyle hareket ettirmek ve diğer fiziksel işlemler sayesinde pratik içerisinde anlamaya başlar. İlkel birlik darmadağın olur ve kafa karıştırıcı bir görüntüler, sesler ve nesneler bolluğu ortaya çıkar. Çocuk ancak bu andan sonra şeyler arasındaki bağlantıları kavramaya başlar. Deneyler, çocukların eylemde her zaman sözcüklerde olduğundan daha gelişmiş olduklarını göstermiştir. “Saf entelektüel eylem” diye bir şey yoktur. Küçük çocuklarda bu çok açıktır. Kalp ile kafayı karşı karşıya koymak çok alelâdedir. Bu da yanlış bir karşıtlıktır. Duygular entelektüel sorunların çözümünde bir rol oynar. Bilimciler kavranılması en güç eşitliklerin çözümünde heyecana kapılırlar. Farklı düşünce ekolleri, felsefi, sanatsal vb. sorunlar hakkında ateşli tartışmalar içerisine girerler. Örneğin aşk, iki insan arasında üst düzey bir anlayışı gerektirir. Hem akıl hem de duygular rol oynar. Biri diğerini önvarsayar ve şu ya da bu ölçüde birbirlerine müdahale edip şartlandırırlar. Toplumsallaşma derecesi ilerleyip geliştikçe çocuk, Piaget’nin “kişiler arası duygular” –insanlar arasındaki duygusal ilişkiler– dediği ihtiyacın giderek daha çok farkına varır. Burada, bizzat toplumsal bağın, cezbetme ve iticilik gibi çelişkili unsurlar taşıdığını görürüz. Çocuk bunu önce ebeveynleri ve ailesine ilişkin olarak öğrenir, ardından da daha geniş toplumsal gruplarla sıkı bağlar kurar. Sempati ve antipati duyguları gelişir, bu duygular eylemlerin toplumsallaşmasıyla ilintilenir ve ahlâki duygular ortaya çıkar; iyi ve kötü, doğru ve yanlış, ki bunlar “hoşlandıklarım” ya da “hoşlanmadıklarımdan” çok daha öte bir şey anlamına gelir. Bunlar öznel değil, toplumdan türetilmiş nesnel kriterlerdir. Bu güçlü bağlar, daha en başından itibaren işbirliğine dayanan toplumsal üretime ve karşılıklı bağımlılığa dayanan insan toplumunun evriminin önemli bir parçasıdır. Bu olmaksızın insanlık asla hayvanlar âleminden çıkamazdı. Ahlâki değerler ve gelenekler dil aracılığıyla öğrenilir ve kuşaktan kuşağa aktarılır. Bununla karşılaştırıldığında, biyolojik kalıtım faktörü, insanoğlunun yapıldığı hammadde olarak kalmaya devam etse bile, tümüyle ikincil bir faktör olarak görünür. Yedi yaşından itibaren gerçek bir okul eğitiminin başlamasıyla birlikte çocuk güçlü bir toplumsallaşma ve işbirliği duygusu geliştirmeye başlar. Kurallı oyunlarda bu kendisini gösterir; en basit bir misket oyunu bile karmaşık bir kurallar dizisini bilme ve kabullenmeyi gerektirir. Etik kuralları ve toplum yasaları gibi, bu oyun kuralları da kendi ayakları üzerinde durabilmek için herkes tarafından kabul edilmelidir. Kuralları ve bu kuralların nasıl uygulanacağını bilmek, dilin gramer ve sözdizimi kuralları kadar karmaşık bir şeyi kavramakla at başı gider. Piaget şu önemli gözlemde bulunur, “tüm insan davranışları aynı anda hem toplumsal hem de bireyseldir.” Bu noktada karşıtların birliğinin en önemli örneğiyle karşı karşıyayız. Düşünceyi varlığın ya da bireyi toplumun karşısına koymak tamamen yanlıştır. Bunlar birbirlerinden ayrılamazlar. Özne ve nesne arasındaki ilişkide ve birey ile çevre (toplum) arasındaki ilişkide aracı olan etken insanın pratik faaliyetidir (emek). Düşüncelerin iletişimi dildir (dışsallaştırılmış yansıtma). Diğer taraftan düşüncenin kendisi, içselleştirilmiş toplumsal ilişkidir. Yedi yaşındayken çocuk, bakış açılarının eşgüdümünü mümkün kılan bir ilişkiler sisteminden ibaret olan mantığı anlamaya başlar. Çok parlak bir pasajda Piaget bu aşamayı Yunan felsefesinin ilk dönemleriyle karşılaştırır, bu ilk dönemde İyon materyalistleri dünyanın ussal bir kavrayışına ulaşmak için mitolojiden kopmuşlardı: İlk açığa çıkanlar (birleştiricilerin yeni açıklama biçimleri) arasında, tam da mitolojik açıklamaların gerilediği çağda Yunanlıların sergilediğine kaydadeğer bir benzerlik gösterenler olduğunu görmek şaşırtıcıdır. Burada çok çarpıcı bir biçimde, daha gelişiminin en başlarında tek tek her çocuğun düşünüş biçiminin nasıl genel olarak insan düşüncesinin gelişimiyle kaba bir paralellik taşıdığını görürüz. İlk aşamalarda ilkel animizmle paralellikler vardır, çocuk güneşin doğduğu için parladığını düşünür. Daha sonra, bulutların dumandan ya da havadan geldiğini; taşların topraktan yapıldığını vb. tasavvur eder. Bu, maddenin doğasını, su, hava vb. şeyler aracılığıyla açıklama girişimlerini hatırlatmaktadır. Bunun büyük önemi şurada yatar ki, bunlar, evreni, din ya da büyü aracılığıyla değil de, materyalist, bilimsel araçlarla açıklamaya dönük çocuksu çabalardır. Yedi yaşındaki çocuk zaman, mekân, hız vb. kavramları kavramaya başlar. Ne var ki bu zaman alır. Kant’ın, zaman ve mekân kavramlarının doğuştan geldiğini ileri süren teorisinin aksine, çocuk böylesi soyut düşünceleri, bu düşünceler kendisine deneysel olarak gösterilmediği sürece kavrayamaz. Demek ki idealizmin yanlışlığı, bizzat insan düşüncesinin gelişim sürecinin incelenişiyle gösterilebilir. [1] Blackmore ve Page, Evolution: the Great Debate (Evrim: Büyük Tartışma), s.185-6. * Serebral korteks, beyin kabuğu. (ç.n.) [2] Steven Rose, The Conscious Brain (Bilinçli Beyin), s.31. [3] S. Rose, Molecules and Minds (Moleküller ve Akıl), s.23. * Medulla oblongata: omurilik soğanı. (ç.n.) ** Serebrum: beyin. (ç.n.) [4] S. Rose, The Making of Memory (Beleğin Oluşumu), s.91. [5] S. Rose, The Conscious Brain, s.28. * Ganglion: Merkezi sinir sistemi dışında bulunan sinirlerde hücre gövdelerinin oluşturduğu küme.(ç.n.) [6] S. Rose, The Conscious Brain, s.179. [7] S. Rose, Molecules and Mind, s.96-7. [8] Engels, The Dialectics of Nature, s.284. [Doğanın Diyalektiği, s.190] [9] Washburn ve Moore, Ape to Man: A Study of Human Evolution (İnsansı Maymundan İnsana: İnsan Evrimi Üzerine Bir İnceleme). [10] Christopher Wills, The Runaway Brain, The Evolution of Human Uniqueness, s.8. [11] MESW, cilt 3, s.348. [Seçme Yapıtlar, cilt 3, s.425] [12] Engels, The Dialectics of Nature, s.241. [Doğanın Diyalektiği, s.196] * Epistemoloji: Bilginin kaynağını, niteliğini, sınırlarını araştıran bilim. [13] Piaget, The Mental Development of the Child, s.19. [Çocukta Zihinsel Gelişim, Cem Y., Eylül 1999, s.20] [14] Rose, Kamin ve Lewontin, Not In Our Genes (Genlerimizde Değil), s.96. [15] Piaget, The Mental Development of the Child, s.22. [Çocukta Zihinsel Gelişim, s.23]